üst dudağı ona oldukça huysuz ve buyurgan bir görünüm kazandırıyordu. Monsenyör ona karşı sakin davrandığı sürece, onunla saygı ve sükûnetle konuşarak kararlı biçimde itirazlarını ifade eder ama ne zaman ki Monsenyör sinirlenecek olsa hiç sesini çıkarmadan ona itaat ederdi. Matmazel Baptistine ise kesinlikle onu uyaracak biçimde konuşmaya gerek duymazdı. Kendisini Piskopos’a koşulsuz şartsız itaat etmeye ve onu sadece mutlu etmeye adamıştı. Genç kızlık döneminde dahi pek güzel biri olmamıştı. İri, mavi ve çıkık gözleri, uzun ve kemerli bir burnu vardı ama tüm çehresi ve tüm kişiliği en başta da belirttiğimiz gibi tarif edilemez bir iyilikle yüceltilmişti. Her zaman kibar bir bayan olmuştu. Ancak imanı, hayırseverliği, etrafına dağıttığı umut ve ruhunun güzelliği onun dış görünüşüne ilahi bir ışıltı vermişti. Tabiat onu bir kuzu, din ise onu bir meleğe dönüştürmüştü. Zavallı aziz bakire! Kaybolan tatlı hatıralar!
Matmazel Baptistine o akşam piskoposluk konutunda olanları o kadar sık anlattı ki şu anda yaşayan ve en küçük ayrıntıları hâlâ hatırlayan birçok kişinin olduğuna eminim.
Piskopos yemek odasından içeriye girdiğinde Madam Magloire oldukça neşeli bir biçimde konuşuyordu. Matmazel Baptistine’e kendisinin ve Piskopos’un da aşina olduğu bir konuda nutuk çekiyordu. Sorun ise yine giriş kapısındaki kilitle ilgiliydi.
Konuşmalardan anlaşılacağı üzere Madam Magloire, akşam yemeği için erzak temin etmeye gittiğinde kasabada kulağına çalınan söylentilerden bahsediyordu. İnsanlar kötü görünümlü, pislik içerisinde etrafta dolaşan birisinden bahsetmiş; kasabaya şüpheli bir serserinin geldiğini ve o gece eve geç dönmek zorunda kalacak kişilerin tatsız karşılaşmalara maruz kalabileceklerini anlatmışlardı. Üstelik idari sebeplerden dolayı, polis şu sıralar kasabadaki düzenle pek ilgili değilmiş. Aklı olan insanların polis gibi davranarak kendilerini korumaları, evlerini usulüne göre düzgünce kilitlemeleri ve kapılarını her zaman itinayla kapatmaları gerektiğini özellikle Piskopos’un duyacağı biçimde yüksek sesle anlatıyordu Madam Magloire.
Madam Magloire bütün olan biteni büyük bir hararetle anlatmıştı. Ancak Piskopos çok soğuk olan odasından, daha yeni yemek odasına girdiğinden onun anlattıklarını pek dinlememişti. Ateşin önünde durdu, ısındı ve sonra yeniden düşüncelere daldı. Madam Magloire, anlattıklarının özellikle duyması gereken kişi tarafından hiç dinlenilmediğini fark edince sözlerini tekrarladı. Kardeşini her zaman memnun etmeye kendini adamış olan Matmazel Baptistine, dostunun kırılmasını istemediğinden çekinerek de olsa kardeşine şu soruyu sorabilmişti:
“Madam Magloire’ın ne dediğini duydunuz mu kardeşim?”
“Bir şeyler duydum ama hiçbir şey anlamadım.” diye yanıt verdi Piskopos. Sonra sandalyesinde yarım dönerek ellerini dizlerinin üzerine koydu ve kolayca neşelenen, aşağıdan ateşin ışığıyla aydınlanan samimi yüzünü yaşlı hizmetçi kadına doğru kaldırıp gönlünü almak istercesine: “Haydi, konu neymiş bakalım? Nedir mesele? Etrafımızdaki büyük tehlike neymiş?” dedi.
O zaman Madam Magloire, gerçeği farkında olmadan biraz abartarak tüm hikâyeyi yeniden anlatmaya başladı. Görünüşe göre korkunç, çıplak ayaklı bir serseri, bir tür tehlikeli dilenci o anda kasabadaydı. Konaklamak için Jacquin Labarre’ın evine gelmişti ama Labarre onu içeri almaya yanaşmamıştı. Gassendi Bulvarı’ndan geldiği ve karanlıkta sokaklarda dolaştığı görülmüştü. Korkunç yüzü olan bir darağacı kuşu…
“Gerçekten mi?” dedi Piskopos.
Bu sorgulama ifadesi, Madam Magloire’ı konuşmasını devam ettirmesi için daha da cesaretlendirmişti. Piskopos’un bu konu yüzünden hafiften telaşlandığını, onun merakını çekmiş olduğunu düşünerek zafer edasıyla:
“Evet, Monsenyör. Durum kesinlikle bu. Bu gece bu kasabada bir tür felaket olacak. Herkes aynı şeyi söylüyor. Üstüne üstlük, polis de şu sıralar bu tür işlerle uğraşmıyor (bunun da faydalı bir tekrar olacağını düşünmüştü). Sonuç olarak burası da dağ başı, geceleri sokaklarda ışık bile yok. Birisi dışarıda! Gerçekten de korkunç birisi ve söylüyorum size Monsenyör, Matmazel Baptistine de benimle aynı görüşte…”
“Ben öyle bir şey söylemedim.” diye araya girdi Matmazel Baptistine. “Ben her zaman ağabeyimin söylediğine güvenir, o ne derse sadece onu yaparım.”
Madam Magloire sanki bu sözleri hiç duymamış gibi konuşmasına devam etti:
“Biz bu evin hiç güvenli olmadığını söylüyoruz. Monsenyör, eğer izin verirseniz gidip çilingir Paulin Musebois’ya kapıların eski kilitlerini değiştirmesini söylemek istiyorum. Kilitlerimiz çok eski ve bu sadece anlık bir iş. Dışarıdan gelecek bir kişinin, sadece mandalı kaldırarak kapıyı açabilecek olması düşüncesi bile yeterince korkunç. En azından sadece bu gece için kapıları kilitlememiz gerekiyor, Monsenyör. Üstelik sizin her gelene ‘Gir!’ deme alışkanlığınız da var. Ayrıca gecenin bir yarısı, hepimiz uykudayken birisinin izin istemesine bile gerek yok. Yüce Tanrı’m, korkunç!”
İşte tam bu sırada, kapı şiddetli biçimde çalınmıştı.
“Girin!” dedi Piskopos.
III
Pasif İtaatin Kahramanlığı
Kapı açıldı.
Hem de sanki biri onu enerjik ve kararlı bir şekilde itmiş gibi hızlı bir hareketle ardına kadar açıldı.
Bir adam içeri girdi.
Zaten hepimiz bu adamı tanıyoruz. Kendisine sığınacak bir barınak arayan o yabancıdan başkası değildi bu.
Yabancı içeri girdi, bir adım ilerledi ve kapıyı arkasında açık bırakarak durdu. Çantası omuzunda, sopası elinde, gözlerinde cüretkârlığın yanı sıra korkunç bir yorgunluk ve çaresizlik ifadesiyle karşılarında duruyordu. Şöminenin ateşi yüzünü aydınlatıyordu, gerçekten korkunç görünüyordu.
Madam Magloire çığlık atabilecek gücü bile bulamadı kendisinde. Titredi ve ağzı korkudan açılmış bir hâlde ayağa kalktı.
Matmazel Baptistine arkasını döndü, içeriye giren adamı görür görmez bir anda dehşet içerisinde irkildi; sonra başını yavaşça tekrar şömineye doğru çevirerek kardeşini izlemeye başladı ve onun yüzündeki sakinliği görünce bir kez daha derinden sakinleşerek rahatladı. Piskopos da başını kaldırmış, sakince adama bakıyordu.
Yeni gelene ne istediğini sormak için ağzını açtığında adam; iki eliyle sopasına dayanarak, bakışlarını yaşlı adama ve iki kadına yöneltip, Piskopos’un söze girmesine fırsat vermeden yüksek sesle konuşmaya başladı:
“Bakın, benim adım Jean Valjean. Bir kürek mahkûmuyum. Zindanlarda on dokuz yıl geçirdim. Dört gün önce özgürlüğüme kavuştum ve memleketim olan Pontarlier’e gitmeye çalışıyorum. Toulon’dan ayrıldığımdan bu yana dört gündür yürüyorum. Bugün neredeyse on iki mil kadar yol katettim. Bu akşam bu taraflara geldiğimde bir hana gittim ve belediye binasında gösterdiğim sarı pasaportum yüzünden beni geri çevirdiler. Gittiğim yerde o pasaportu göstermek zorundaydım. Bir hana daha gittim. Her iki yer de bana ‘gitmemi’ söyledi. Beni kimse içeri almadı. Hapishaneye gittim, gardiyan bile beni kabul etmedi. Bir köpek kulübesine girdim, köpek beni ısırdı ve sahibi beni oradan kovaladı. Herkes benim kim olduğumu biliyordu. Açık havada, yıldızların altında uyumaya niyetlendim; tarlalara gittim ama zifirî karanlıktı ve gök gürlüyordu. Yağmur yağacağını düşünerek en azından bir kapı aralığı bulabilirim umuduyla yeniden kasabaya döndüm. Yonder Meydanı’nda, taş bankın üzerinde uyumaya niyetlendim ancak oraya gelen iyi niyetli bir kadıncağız