Emin Göncüoğlu

Öteki Hayatlar


Скачать книгу

sürtmemek için gösterdiği çabadan, okulda yeni olduğu için koltuk altlarını ve avuçlarını basan terden, sıkılgan bir edayla arkamdan yürüyerek benimle birlikte, yarım dönem beraber okuyacağımız aynı üniversiteye gelmesinden habersizdim ve ne yazık ki geleceğe ilişkin daha birçok şeyden habersiz olduğum gibi! Onu o gün okulun geniş bahçesinde tek başına yürürken bir defa gördüm; irkilip şaşırdım ve sonra bir serap gibi kayboldu sanki…

      ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

      Okulda laboratuar çalışmaları her zamanki gibi yine sıkıcı geçti. Kısa bir tatilin ardından ikinci dönem yeni başladı. Memleketlerine gidip gelenler daha heyecanlı. Okuduğum elektrik mühendisliği hayalimden geçen bir bölüm değildi. Birçok öğrenci gibi tatmin olmayan sınırsız bir düş gücümüzün içinde kayboluveren bölümlerde okusak bile, bir şey kazanmak yine de güzel bir duygu. Fakat saman alevi gibi çabuk söndü!

      Üç fazlı motorlar, dinamolar, transformatörler, voltmetreler, ampermetreler arasında geçen saatlerin sıkıntısı hiç de küçümsenecek gibi değil. Oysa dışarıda hayat, çoğu insanı canından bezdiren yağmurlu bir kış da olsa, çağıl çağıl akan bir çağlayan gibi deli ve çok heyecan verici!

      Küçük bir dilenci kız çocuğu ile yoksul annesinin deva bulmaz çaresizliği, intiharın eşiğinde volta atıp duran işsiz babanın umutsuz çırpınışı, sinema veya ses yıldızı olmak için, şehri cüzzamlı bir pençe gibi saran yoksul gecekondu evlerinin soğuk odalarından bir gece vakti vahşi sokaklara kaçıp tatlı yaşam umudu ile yanıp tutuşan hayalperest genç kızların, sipere yatmış taze bir av bekleyen acımasız pençelerin daha ilk darbelerinde telef olmaları, sığınacak bir yeri olmadığı için sabah akşam kocalarından dayak yiyen yoksul kadınların, gidecek bir yeri olsa bile sıkıntılarını içine atıp hızla depresyona giren mesleksiz kadınların, annelerinin, babalarından yediği dayağın veya aşağılanmanın acısını kendilerinden çıkarıldığını düşünen çocukların bile henüz bu romantizmi bozmaya gücü yetmiyor. Hey hayat! Sen ne kadar hoşsun diye içimden avaz avaz bağırmak geliyor. Yağan yağmura gökten dökülen bir rahmet deyip ellerimi açıyorum. Alçak semtleri basan selle uğraşmak belediyenin ve itfaiyenin işi.

      İçimde oradan oraya uçup duran yüzlerce kelebeğin kanat vuruşlarına ayaklarımı uydurarak eve dönüyorum.

      Gökyüzü sabahki yağmurdan sonra pırıl pırıl. Caddeler sokaklar, ağaçlar, kaldırımlar, araçlar, yağmur suları ile iyice yıkınıp temizlenmiş. Etrafa ışıklarını esirgemeden saçan güneşin altında insanlar gözüme hoş görünüyorlar. Zıplaya zıplaya vitrinlerin camından yansıyan görüntümden memnun ilerliyorum. Ben kendimi seviyorum, ey insanlar! Şu gelen somurtmuş yaşlı teyzeyle, beli bükülmüş yaşlı amca, sizler ne kadar sevimlisiniz diyorum onların duyamayacağı bir sesle. Kaldırım taşlarını titreterek gelen, hey gençler, bana benzediğinizi hiç kaçırmıyorum ama itiraf etmeliyim ki azıcık bayağısınız! Bunu söylediğim için üzgün ya da kızgın olduğumu düşünebilirsiniz, ama maalesef sizi hayal kırıklığına uğratıp yanıltacağım. Bugün içimden mutluluk fışkırıyor. Aman Allah’ım! Karşıdan gelen şu kızların güzelliğine bak, vücudum nasıl da şaha kalkmış hırçın bir at gibi gerilip dirileşti. Önünden geçtiğim köhne kırtasiye dükkânının kirli camları bile bu ihtişamlı yürüyüşümü gözlerimden gizlemekten âciz. Çatı kenarlarından burnumun üstüne düşen bir damla soğuk su yürüme ritmimi bir an için bozsa da hemen toparlanıyorum. Burnumun üstündeki ıslaklığı çabucak silerken bir iki damla da tepeme düşüyor. “Kahrolun emi!” diyorum düşen damlacıklara sitemle. Soğuktan kurumuş parmak uçlarımla, babam yatak odasında horlayarak uyurken tuvaletteki aynada, evden çıkmadan özenle taradığım saçlarımın bozulduğunu düşünerek düzeltiyor ve o histen hemen kurtuluyorum. Genç kızlar ne yazık ki fıkırdayarak yanımdan geçip gidiyorlar. Onlara dönüp bakmak istememe rağmen utandığımdan bunu yapamıyorum. Sabahki deli yağan yağmurda ıslanan çoraplarımın içindeki ayak parmaklarım soğuktan yanıyor ama kendimden emin bir şekilde buna aldırmamaya çalışıyorum.

      Soğuk olduğu için, ağzımdan dışarı fırlayıp yoğunlaşan nefesimi görüyor ve sağa sola savurarak onunla oynuyorum.

      Orta yaşlı göbekli birinin bana biraz küçümseyerek baktığını seziyorum. Nefesimle oyun oynamayı bırakıyor ve yumuşak bakışlarımı sertleştirerek yüzüne bakıyor, ona gereken cevabı bu şekilde veriyorum.

      Yanından geçtiğim bankamatik kulübesine sığınmış, birbirlerine sokulmuş uyuyan, belki de dün gece donma tehlikesi geçirmiş ya da kendilerinden büyük sokak çocuklarının tecavüzüne, tacizine uğramış iki sokak çocuğuna bakıyorum ama onları görmemeye çalışıyorum; gözlerimi onlardan kaçırıyorum. Çünkü şimdi itiraf ediyorum: Ben bu konuda birçok insan gibi zayıfım ve yoksul, kimsesiz çocuklara bakamıyorum! Bu benim içimde müthiş bir acının çöreklenmesine sebep oluyor. Ben niye böyleyim bilmiyorum, ama durumum bu… Küçük sokak çocukları birbirlerinin bitli bedenlerinde ısınmaya, acımasız dünyanın çilesini birkaç saatliğine olsun unutup uyumaya çalışırken onların aşağılık anne ve babalarına lanetler yağdırıyor, ünlü Alman Filozof Nietzsche’ye hak veriyorum. “İnsan hayvanla üst insan arasında bir köprüdür.” Nietzsche’nin söylediği bu büyük sözün büyüsü ile sendeliyorum. Hayvanla üst insan arasında sıkışmış insanoğlunun yaşadığı ve yaşayacağı acılı süreç zihnimi tırtıklamaya başlıyor. Ama buna uzun süre katlanmaya niyetli değilim. Çünkü tam karşımdan el ele tutuşmuş yeni evli oldukları her hâllerinden belli olan iki genç geliyor. Onların birbirlerini henüz sevdiklerini karşılıklı bakışmalarından anlıyorum. İçimden üç beş dakikalığına kaybolan kelebeklerin kanat titremelerini hisseder gibi oluyorum. “Hey çocuklar, siz bir harikasınız!” diye haykırıyorum içimden; bildiğiniz gibi onlar duymuyorlar. Uzun siyah mantolu kız, ellerini genç oğlanın ellerinden kurtarıp koltuk altından girerek dirseğine sarılıyor. Yüzlerindeki tebessüm zaman zaman fıkırdamalı gülmeye dönüşerek hep devam ediyor. Yanlarından geçen sokak serserilerinden ben rahatsız oluyorum, birbirleri ile o kadar meşguller ki onlar olmuyorlar. Yanımdan geçip giderlerken nedense genç kızdan yayıldığını zannettiğim nefis bir parfüm kokusu ile dizlerim titriyor.

      Yürüdüğüm cadde geniş ve uzun bir koridor gibi. Gökyüzü beyaz bulutlarla yer yer lekelenmiş. Başımı yukarı kaldırınca gökyüzünün mavi parlaklığı gözlerimi yakıyor ve göz kapaklarım ince bir çizgi gibi kapanıyor. Aşağıdaki biz insanlarla ne kadar ilişkili olduklarını tahmin edemediğim güvercinler, sürü sürü uçuyorlar.

      “Sırlarını bilmediğimiz tabiatın büyülü bedeninde yaşayan biz bütün canlılar neyin peşindeyiz, amacımız ne?” diye düşünüyorum bembeyaz dev bir bulut yumağının tepemdeki uçuşunu seyrederken. İnsanlar, yünlü, pamuklu kalın giysilerinin içinde vücut ısıları daha fazla dışarı kaçıp üşümesinler diye küçülüp büzülmüş bir şekilde birerli ikişerli yanımdan geçiyorlar. Soğuk kaldırımdaki yürüyüşümün hızlandığının farkında değilim. Tepemde uçan ve için için parlayan bulut kümesinin bir süre peşinde sürükleniyor gözlerim. Kaval kemiğimin ağrıdığını hissedip yavaşlıyorum.

      Okulda yaptığımız konuşmaları tartışmaları düşünmem ya beni güldürüyor ya da geriyor. Yaprakları dökülmüş yaşlı bir çınar ağacının yanından geçiyorum. Bunun belli belirsiz farkındayım; daha birçok şeyin belli belirsiz farkında olduğum gibi.

      Büyükçe bir lokantanın önünden geçiyorum. İçeride vakitsiz yemek yiyen insanlar var ve önlerindeki tabaklardan bir şeyler atıştırıyorlar. Bir belediye otobüsü hızla geçiyor yanımdan. Arka camdan beni dikkatlice seyreden, sıkıcı