sorusuna da “Birer düşün olarak kaldılar. Var olmak istediler, ama geri çevrildiler. İçimde saklıyordum onları, kuşkularım ve çelişkilerim olarak!” yanıtını verdirtir. Bu gözlem doğru bir gözlemse, birer “düşün”, birer “filiz” olarak içimizde kalan gücül kişiliklerin, aynı benlikte yer aldıklarına göre, ister istemez bir ortak yanları bulunması gerektiğini, bunun sonucu olarak da gerçekleşme olanağını bulamamış olan mimar, ozan, yargıç ya da terzi Sokrates’in filozof Sokrates’ten çok da uzak olmaması, onunla yüzde yüz karşıtlaşmaması, tam tersine, aynı kişiliğin değişik yönleri ya da yüzleri olması gerektiğini söyleyebiliriz.
Yapıtlarımız da bizim değişik yönlerimiz, değişik yüzlerimiz değil midir?
T.Y.
I
Ne yapsalar, ne deseler şaşılmaz. Çok büyük bir yitik yitikleri. Yitik bile değil belki, bir yıkım, bir toplu ölüm, belki daha da beteri. Evlerine bir dakika girip çıkmak yeter bunu anlamak için, kapının önünden geçmek de yeter. Çökmüş yüzlerini gördüm, bükülmüş bellerini gördüm, ezik seslerini duydum, deliye döndüm. Ölü evleri hiç böyle olmazdı bizim oralarda, hem de hepsi birbirine benzerdi. Ak başörtülü kadınlar kilimlere bağdaş kurup otururlardı. Elleri kucaklarında, gözleri yerde olurdu. Gözlerinden ince ince gözyaşları dökülürdü, sessiz sessiz ağlarlardı durmadan. Kapıdan usulca bir kadın girerdi, yol verirlerdi. Ölünün en yakın akrabasına doğru giderdi. Yer açarlardı. Yanına otururdu. İki kadın, korkar gibi, ezilir gibi, birbirlerine bakarlardı. Yeni gelen derin derin içini çekerdi. “Bacım…” diye kekeleyip yutkunurdu. “Karayazılı bacım… Başın sağ olsun, karayazılım,” derdi. Bütün kadınlar titrerdi, ev titrerdi. “Başım kesilsin!..” Ölünün anası, bacısı ya da karısı söylerdi bu sözü. Bu söz bir söylendi mi kalabalık dalgalanıp uğuldardı. Gözyaşları hızlanır, çığlıklar, iniltiler duyulurdu, hüngür hüngür ağlardı kadınlar. Sonra kopuk kopuk sözler saçılırdı odaya. Kimi “Garip anam!” derdi ağlayanların, kimi “Ciğer köşem!” derdi, kimi “Yiğidim!”, kimi “Gelin bacım!” derdi. Herkes kendi ölüsüne ağlardı, herkes kendine ağlardı. Yıllanmış yaralar yeniden kanardı yüreklerde, herkes kendi yitiğini düşünürdü, kendi ölümünü görürdü, unutuverirdi yeni öleni. Her zaman böyle olurdu. Ama orada, o büyük, o eski, o kerpiç evde, herkes yalnız bir yitiğe ağlıyor, herkes “İlyas!” diye inliyordu. Kocamış kadınlar, gelinler, kızlar “Güzel İlyas, yiğit İlyas, bir İlyas, büyüğümüz, baştacımız, bir İlyas!” diyorlardı. Gözleri kıpkırmızıydı, gözkapakları şişmişti. Beli iki büklüm olmuş bir yaşlı kadın hepsinden daha çok çırpınıyordu, yerden yere vuruyordu kendini, ikide bir kendinden geçiyordu. Yüzüne sular döküyorlardı, bezler yakıp koklatıyorlardı. Ayılır ayılmaz “İlyas’ım!” diyordu. “Biriciğim, ciğer köşem, gün görmemiş İlyas’ım!” diyordu. Duvarlara vuruyordu dertli başını. Çok geçmeden gene devriliyordu…
Bir başka odada erkekler vardı.
Odanın kapısı sürgülenmişti. Kimselere açılmıyordu. Öyle ya, erkekler ağlamazlardı o yerlerde, o yerlerde erkeklerin ağlaması ayıptı. Onlarsa kadınlar gibi ağlıyorlardı. Daha korkunç, daha derin ağlıyorlardı, bunun için kapalıydı kapıları. Başka ölü evlerinde erkekler kederle savaşırlardı. Ölünün karanlık gölgesini silmek isterlerdi gözlerinden. Bir susarlar, bir konuşurlar, konudan konuya geçerlerdi. Toprağın üstünde kalırdı sözleri, bağdan, bahçeden, işlerden, büyüyen çocuklardan söz ederlerdi. Çocuklardan söz edilirken gülümseyenler olurdu. Ama onlar ağlıyorlardı. “İlyas” diyor, başka bir şey demiyorlardı. “Biz ne güne duruyorduk, İlyas?” diyorlardı. “Allahım, güzel Allahım, biz ne güne duruyorduk?..” Göğüslere yumruklar iniyordu…
Bazı bazı gözyaşları kuruyordu. Kederle, umutsuzlukla birbirlerine bakıyorlardı. “Mezarı çok büyük olacak!” diyordu biri, birdenbire coşuyordu: “Mezarı çok büyük olacak, türbe gibi… Nerden baksan görünecek… Ev, dükkân, tarla demeyip satacağız, bu mezarı yaptıracağız!” Evet, öyle, yaptırtacaklardı, herkes aynı karşılığı veriyordu: “Yaptıracağız!” Yaptırtacaklardı elbet, sorun yoktu, her şeyde anlaşıyorlardı. “Öcünü de alacağız İlyas’ın, Mustafa’yı delik deşik edeceğiz,” diyorlardı. Mustafa’nın babası da aynı düşüncedeydi. “Evet, ele geçer geçmez…” diyordu. “Delik deşik olsun soysuz!” diyorlardı. Babasının kılı bile kıpırdamıyordu. Mustafa’yı çoktan ölmüş biliyordu, ama aldırdığı yoktu. O da İlyas’ı düşünüyordu yalnız, yalnız İlyas’a yanıyordu. Acısı kor gibi yüreğinde, hâlâ İlyas’a yanıyor.
Yanmamak da elde değil doğrusu.
İlyas bir taneydi, İlyas eşsizdi. İlyas tüm umutlarıydı. Yıllardır üzerine titrerlerdi. Yemez, İlyas’a yedirtirlerdi, giymez, İlyas’a giydirtirlerdi. Gerekirse canlarını bile verebilirlerdi uğrunda. Çünkü İlyas her şeyleriydi: parlak gelecekleri, şanlı geçmişleriydi…
Geçmişi düşündüler mi gözleri dolardı. Önce bir gurur büyürdü göğüslerinde, sonra bir utanç büyürdü, zehir gibi bir keder büyürdü. Derin derin göğüs geçirirlerdi. “Divitoğlu soyu çöktü,” derlerdi. Oysa bu soy çökecek soy değildi. Hükümet içinde hükümetti bir zamanlar, hükümetten de güçlüydü. Divitoğulları ne isterlerse o olurdu kasabada. Kaymakamı, zaptiyesi, kadısı, onların ağzına bakardı her zaman. Osmanlı ülkesinde kubbealtı neyse, kasabada Divitoğulları’nın selamlığı da oydu. Belki ufak bir fark vardı arada: Divitoğulları başkalarını da düşünürlerdi. Hiçbir zaman insan kanı akıtmamışlardı. Kötülük akıllarından bile geçmemişti. İşleri güçleri iyilikti. Koskoca bir mahallenin tüm yoksullarının kışlık yiyecekleri onların tarlalarından gelirdi, vergileri onların cebinden çıkardı. Gene de eksilmek bilmezdi zenginlikleri. Tarlaları, bahçeleri, bağları yüzyıllarca uçsuz bucaksızdı. Otlaklarda iki yüz kısrakları birden dolaşırdı. Toplar, tüfekler yıkamazdı Divitoğulları’nı. Ama zaman için için çürüttü. Çocuklar çoğaldı, mallar bölündü, konaklar bir bir çöktü. Yıkılan konakların yerinde yenileri yükselmedi. Bölünen malların kimini kadınlar, kimini dostlar, kimini de sonsuz cömertlik yedi. Kala kala dedelerin destanlaşmış anıları kaldı sonunda. Anılarla yaşamaya başladılar. Artık zor geçiniyorlardı, ama gene hep öyle soylu, hep öyle yücegönüllüydüler. Soylarına yaraşır eş bulamadılar mı evlenmiyorlardı. Yıllar boyunca evleri, yatağına bir gececik olsun bir kadın girmemiş ak saçlı delikanlıları, evde kalmış yaşlı kızları barındırdı. Ama aldırmıyorlardı, dert yandıkları yoktu hiç. Alınyazısına bile boyun eğmiyorlardı. Dipdiri bir inanç vardı içlerinde: eski günler gene gelecekti! Gene yükseleceklerdi, yeniden en şanlı, en zengin, en cömert insanları olacaklardı kasabanın, bir daha da yıkılmayacaklardı. Dünya durdukça, Türkiye durdukça, bu kasaba durdukça hep yükseleceklerdi. Büyük adamlar çıkacaktı aralarından. Güvenleri, umutları sonsuzdu. İlyas’ın dedesi umutların üstündeki bulutları bir yel gibi alıp götürmüştü. İlyas’ın dedesi cumhuriyet döneminin ilk yargıtayında üyeydi. Daha da yükselecekti belki, ama ömrü elvermemişti.
Yargıtay üyesi öldükten sonra, tüm gözler İlyas’a dikildi. İlyas büyük adam olacaktı, eski yüceliğine kavuşturacaktı ailesini. Küçücükten belli etmişti bunu. Bakışında, duruşunda, susuşunda, her şeyinde atalar vardı, ataların ululuğu sinmişti her şeyine. Akıllıydı, her sınıfta birinciydi. On yaşında babasını yitirdi. Gene değişmedi. Ama kasabadaki okulu bitirince, şaşırıp kaldı. Kararını çoktan vermişti: yargıtaya üye olacaktı, sonra başkan olacak, şanlı dedesinin yerini tutacaktı. Ne var ki, büyük kentlere