Yücel Tahsin

Mutfak Çıkmazı


Скачать книгу

ezildiği, çiğnendiği yerlerde, insana tek dayanak olan içgüdü. Avı avcısına saldırtan içgüdü, tükenmeyen güç. Tüm yokluklara, tüm düşkünlüklere karşın, zulümlere, baskılara, alçaklıklara karşın, insanları ayakta tutan, insanları ta bugüne kadar getiren güç. Beş duyunun, elin ayağın gücü..

      Biraz bulanık da olsa bu gücü görüyordu İlyas. Adamın gülümsemesinde, terlerinde bu gücü görüyordu, sözlerinde bu gücü dinliyordu. Korkunçtu, ağırdı, dayanamıyordu. Susturmak istiyordu adamı, kovmak istiyordu. Ama adam susmakla kalmadı. Birden yakasını kurtardı İlyas’ın ellerinden. Sonra yüzüne bir tokat indirdi. Sonra hızla kapıya koştu. Çıkıp gitti.

      Şimdi İlyas bir koltuğa yığılıp kalmıştı. Eliyle yanağını tutuyordu. Murat önüne dikilmişti.

      “İlyas, bunu neden yaptın, delirdin mi?” dedi neden sonra. “Babamın arkadaşıydı, elinde büyüdüm herifin. Ne diye yapıştın yakasına? Neden öyle bağırdın? Sana ne yaptı ki?”

      “Kötü gülüyordu,” diye söylendi İlyas. “Eşek gibi, öküz gibi gülüyordu, dayanamadım…”

      Murat büsbütün şaşırdı.

      “Ya delisin ya şairsin sen,” dedi. “Aklım almıyor bir türlü.”

      İlyas birdenbire ayağa kalktı. Gözlerinde buz gibi bir parıltı vardı.

      “Ben de yemek yapacağım, Murat,” dedi. “Bundan böyle ben de yemek yapacağım!”

      Murat söyleyecek söz bulamadı. Bir şey anlayamıyordu. Ama şimdi İlyas gülümsüyordu. Farkında değildi, ama giden adam gibi gülümsüyordu.

      “Yarından tezi yok,” dedi. Sesinde sevince benzer bir şeyler vardı. “Ben de yemek yapacağım artık, hemen yarın. Aylık elli lira daha eksildi. Zaten geçinemiyordum. Şimdi hiç geçinemem. Çaresi yok, yemeğimi kendim hazırlayacağım. Nasıl olsa evlenmek de geçti bizden,” diye söylendi. Sesinde kederden iz yoktu, çok güzel bir düşe dalmış gibiydi. “Çok güzel olacak,” dedi…

      Ama Murat sözlerinin anlamına varamadı, şaşkındı, birer acı şaka sandı sözlerini:

      “Ufacık şeyleri dert etme,” dedi. “Biri gider, beşi gelir, üzme kendini.”

      “Hiçbir şeyi dert ettiğim yok,” dedi İlyas. “Doğrusunu söylüyorum: bundan böyle yemeklerimi kendim yapmazsam, geçinemem. Kararımı verdim artık. Yarından tezi yok… Arada sırada bize de buyur,” dedi, gene gülümsedi.

      Gülmesi Murat’ın hoşuna gitti. Hemen sonra da parlak bir düşünce geldi aklına: “Hiç değilse bir-iki gün yemeklerle uğraşır da sıkıntısı dağılır,” dedi içinden. “Nasıl olsa çabuk bıkar, bırakır, varsın bir denesin.” Gözlerini dostuna dikti: çok yakışıklıydı, inceydi, uzundu, tertemiz bir yüzü vardı, yalnız çok zayıftı. “Belki doğru dürüst beslenemiyor, doğru dürüst yemek yiyemiyor da ondan böyle zayıf. Eskiden böyle değildi,” diye düşündü.

      “Belki de haklısın,” dedi, içini çekti. “Çok zayıfsın. Akşam yemeklerini evde yap, bol bol ye de biraz şişmanla bari. Emel’i de hiç dert etme, unut gitsin. Ben çok daha güzel kızlarla tanıştırırım seni. Dünyada kız mı yok?” dedi, sesi titrekti, duygulanıvermişti birden. Yaklaştı, yıllardır görmemiş gibi, uzun uzun yüzüne baktı dostunun. Sonra kaşları çatıldı, öksürdü. “Sana bir şey söylesem kızar mısın?” diye sordu. “Bilirim senin huyunu, böyle şeyleri sevmezsin, ama ben gene de söyleyeceğim: kap kacak almak için masrafa girmeni istemiyorum. Bizde çok var, gir mutfağa, seç,” dedi, dedi ya korkar gibiydi.

      Ama İlyas kızmadı. Kalktı. “Teşekkür ederim,” dedi. Dostunun küçük duyarlığının yoğunluğunu sezemedi. “Peki, hadi seçelim,” dedi. Eski Divitoğlu değildi sanki. Murat’ın ardından mutfağa girdi. Bir ufak tencere, birkaç eski tabak, iki çatal, iki kaşık, bir bıçak aldı. Kâğıtlara sarıp bağladılar. Yüklenip evine geldi.

      Tencereyi, tabakları, kaşıkları küçük, tozlu mutfağına yerleştirdi. Soğuktu, çok üşüyordu. Yorgundu da üstelik, hemen yatması gerekirdi. Gene de ayrılamıyordu mutfaktan. Gözlerini ayırmadan tencereye, tabaklara bakıyordu. Çok güzel bir resme bakar gibi. Tencere tencere değildi sanki, tabaklar tabak değildi, ölümsüz ellerden çıkmış ölüm kalım resimleriydi. Belirsiz bir hazla, bulanık bir öç duygusuyla bakıyordu. Bir yabancı, bir sonsuz hüzün, bir tuhaf dinginlik veriyorlardı. Usul usul yüreğine çöküyorlardı. Ama Divitoğlu sanki büyülenmişti, bakmaya doyamıyordu.

      Ertesi gün de ilk işi onlara bakmak oldu.

      II

      Soğuktan dişleri birbirine vuruncaya kadar baktı. Ama bu kez bakmaktan hiç tat almadı; tam tersine sinirlendi, bilinmedik adamlara, belki yalnız bir adama küfretti. Sonra acı acı göğüs geçirdi. “Allah belasını versin!” dedi tiksinir gibi. Gaz tenekesini aldı, götürüp doldurttu. Döndü, sobasını yaktı. Biraz ısındı. Sonra gene sokağa indi.

      İlkin kasaba gitti. Ak gömleği leş gibi bir adam et kesiyor, et çekiyor, et tartıyordu. Orta yaşlı kadınlarla doluydu dükkânın içi. Hep birden konuşuyorlardı. Kimileri gülümsüyordu. Biri de kasapla tartışmaya başladı. Sesler yükseldi, gülümsemeler silindi. Başka kadınlar da katıldı tartışmaya. Kasabın çalışkan elleri durdu. Divitoğlu ürperdi. “Ya kavga büyürse?..” diye düşündü. “Ya polislik olurlarsa?..” Hemen sıvışmak istedi. Bir yerine bir yumruk, bir tırnak gelecek diye korkmuyordu, kulak asmazdı öyle şeylere. Ama onu tanık gösterebilirlerdi. Tanığın adı gazetelere geçebilirdi. “Divitoğlu kasap dükkânında ne yapıyormuş, derler. Memlekete rezil olurum,” dedi kendi kendine. Kapıya doğru yürüdü. Ama kasap tartışmayı hemen kesti.

      “Beyefendi, beyefendi!” diye seslendi ardından. “Buyur, beyefendi, ne istiyorsun?”

      “Yarım kilo et,” dedi Divitoğlu.

      “Nasıl olsun?”

      “Parça et. Yağlı olmasın. Koyun varsa, koyun… Evden böyle söylediler…”

      “Ben beyden önceydim,” dedi kadının biri.

      Ama kasap aldırmadı. Eti hazırlayıp verdi. Parayı sayarken elleri titredi Divitoğlu’nun, yüzü sapsarı kesildi.

      “Hastasın galiba,” dedi kasap, candan bir dost gibi yüzüne dikti gözlerini. “Neyin var, beyim?..”

      Soğuk bir titreme dolaştı Divitoğlu’nun içinde. Ama hiçbir şeyi yoktu. Utanıyordu, hepsi bu! Hiç sevmezdi alışveriş etmeyi. Dedeleri, yoksul düşüp de uşaksız kaldıktan sonra, kapı önlerinde pineklemişler, çocuklarla, ineklerle, buzağılarla, tavuklarla eğlenmişler, sabah akşam horoz dövüştürmüşler, ama yıllarca çarşıya inmemişlerdi. Çarşıya inmeyi, esnaflarla konuşmayı, ellerinde öteberi taşımayı küçüklük saymışlardı. İlyas onların torunuydu. Bu nedenle yüzü sapsarıydı, alışveriş etmiyor da bir şey çalıyordu sanki.

      “Yok, yok,” diye kekeledi. “Hasta değilim.”

      Sıvışırcasına çıktı kapıdan. Çıkınca rahatlayacağını sanıyordu, ama olmadı. Sanki tüm gözler üzerindeydi, sanki herkes biliyordu bu eti kendi eliyle pişireceğini. Sanki herkes için için alay ediyordu! Gene kaçmak, bir yerlere gizlenmek geldi içinden. Ama çabuk topladı kendini. Bakkala gitti. Gene öyle çekine çekine, gene öyle bir şey çalar gibi, bir kilo patates, yarım kilo soğan, bir paket tuz istedi. Alıp çıktı. Ama çok utanıyordu, çok heyecanlıydı. “Ekmeği sonra alırım,” dedi. Gözleri yerdeydi, başını kaldırmaktan korkuyordu, mutfağına girinceye kadar da kaldırmadı.

      Mutfakta