Bu huzuru Emel bile karartamıyordu. Emel hep aklında, hep içindeydi. Ama eski Emel değildi artık. Bir kadın bile değildi, çok değişmişti, çoktandır çekilen, hiç kesilmeyen, alışılmış bir sızı gibiydi. Tencerenin kapağı kaldırıldıkça, mutfağa sıcak buğular dağıldıkça, alışılmış sızı bile siliniyordu.
Tencerede etler, sular, patatesler çırpınmaktaydı. Tuz koymayı unuttuğunu ayrımsadı, onu da koydu. Sonra her beş dakikada bir baktı tencereye. Gittikçe sabırsızlanıyordu. Odasında, sobasının başında, rahat rahat oturamıyordu. Bir yandan açlık bozuyordu keyfini, bir yandan merak. En sonunda dayanamadı. Bir tabağa birkaç parça patatesle bir parça et koydu. Alıp odasına getirdi. İlkin suyundan başladı. Yemeğin suyuna diyecek yoktu, tadı, tuzu yerindeydi. Sonra sıra etle patatese geldi, iş değişti. Patates çiğnenebiliyordu, ama et tüm sertliğiyle karşı koyuyordu dişlerine. Yiyemedi, atmaya da gönlü elvermedi. Götürüp tencereye boşalttı. Sonra, bayram sabahını bekleyen çocuklar gibi, sabırsızlıkla bekledi. Her dakika bir yıl gibi geçti, erimek bilmedi. Divitoğlu, “Bu arada ekmeği alayım bari,” diye söylendi. Gene indi o sayısız basamakları, gene çıktı. Yemeği bir daha yokladı: et hâlâ sertti. Dost bakışlı kasap yaşlı bir koyunun etini vermiş olmalıydı. Divitoğlu çok acıkmıştı, bir parça ekmek koparıp yedi. Bir parça daha kopardı. Sonra bu iş uzadıkça uzadı: önce eti yokluyor, sonra gene öyle kayış gibi olduğunu anlayınca eli ekmeğe gidiyordu. Dayanılmaz bir istek uyandırıyordu içinde bu yemek, kanlı canlı bir şehvet uyandırıyordu. İsteğini kuru ekmekle yatıştırmaya çalışıyordu. Kadın bedenlerini resimlerden tanıyan delikanlılara benziyordu: onlar gibi kuru ekmeğe sarılıyordu…
Yemek en sonunda hazır olduğu zaman, Divitoğlu midesini ekmekle doldurmuştu. Gene de iştahla yedi. Yedikçe sıkıntısı dağıldı yavaş yavaş, yedikçe bir tuhaf oldu. Yemek yer gibi değildi, önemli, nerdeyse soylu bir iş yapıyordu sanki. İyice doymuştu, ama tabak boşalınca gene doldurdu. Alabildiğine güzeldi yemek, şaşılacak derecede güzeldi, yemeğe diyecek yoktu! Engin, yumuşak, serin, uzak bir haz titreşimiydi. Düş gibi, çocukluk gibi, memleket gibi, ev gibi bir titreşimdi. Önce ağzına yayılıyordu, sonra tüm varlığına. Sonra, incecikten gaz kokan ılık havada, çevresinde esiyordu. Bir lokma daha alıyordu Divitoğlu. Yemek hemen eriyiveriyordu ağzında, gene yavaş yavaş dağılıyordu. Gene de kolayca inmiyordu gırtlağından: midesinde yer yoktu ki! Divitoğlu her lokmada kalkıp dolaşıyordu. Pencereden dışarıya bakıyordu. Dudak büküyordu. Evlerle, sokaklarla, insanlarla alay eder gibiydi. Keyfi yerindeydi. Böylece bir kez daha boşalttı tabağını. Boş tabağın karşısında bir sigara yaktı. Dumanları doya doya içine çekti. “Allahım! Allahım!” diye mırıldandı. “Allahım, ne kadar sevinçliyim!” Deli gibi bir kahkaha kopardı. Sonra birden irkiliverdi. “Neden?” dedi kendi kendine. “Neden?..” Sevincine bir neden aradı, bulamadı. Tam tersine, tatsız tuzsuz şeyler geldi aklına: Emel geldi, yoksulluğu, yalnızlığı geldi. Suratı asıldı. Sigarayı ezercesine söndürdü. Sonra birden bir hıçkırık yükseldi göğsünden gırtlağına, eli göğsüne gitti. Birden sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Yıllardır ağlamamıştı, kupkuru yollardan geliyordu gözyaşları. Bu nedenle pek zor çıkıyor, acı veriyorlardı, içinden bir şeyler koparır gibi, zorlaya zorlaya, sızlata sızlata, iliklerinin içinden, damarlarından geliyorlardı. Divitoğlu karşı koymak istiyordu, gözyaşları dinsin istiyordu. Ama bir şey gelmiyordu elinden. Umutsuzca yatağına attı kendini. Belki yarım saat, belki bir saat ağladı böyle. Gözyaşlarından başka hiçbir şey duymadı, hiçbir şey düşünemedi. Yatağın üstünde büzülüp kaldı.
Neden sonra kapı çalındı.
Kapıyı açtığı zaman, gözyaşları daha kurumamıştı, gözleri kıpkırmızıydı. Yumruğunu bastıra bastıra, gözlerinin çevresini kir içinde bırakmıştı. Kan çanağı olmuş gözleriyle, donmuş gibi, büyülenmiş gibi bakıyordu. Aklı almıyordu, inanamıyordu: karşısındaki Emel’di, üstelik, hiçbir şey değişmemiş gibi gülümsüyordu.
“Çekil de içeriye gireyim!” dedi. En güzel giysisini giymişti, en tatlı gülümsemesiyle gülümsüyordu, gözlerinde akıl ermez bir kararlılık vardı: tümden yıkmak istiyordu sanki Divitoğlu’yu, sanki korkunç ölümünü çabuklaştırmak istiyordu. “Divitoğlu, çok vefasız çıktın,” dedi, şeytan şeytan güldü. “Bu muydu senin dostluğun, Divitoğlu? Bir telefon bile etmedin. Bak, şimdi de somurtuyorsun, oldu mu! Anlıyorum, gelişime sevinmedin. Çekil de gireyim.”
Divitoğlu hiç sesini çıkarmadan geriledi. Emel girdi, kapıyı kapattı. Elini uzattı. Sonra sevinç dolu bir şaşkınlık parladı şeytansı gözlerinde.
“Divitoğlu, sen ağlamışsın!” dedi. “Neden ağladın? Söylesene: ne oldu, neden ağladın?”
Divitoğlu yutkundu. Gene boşanmaktan korkuyordu, güç tutuyordu kendini.
“Hayır, ağlamadım,” diye kekeledi. “Sigaradan. Duman kaçtı.”
“Yok, yok, ağlamışsın!” dedi sevgilisi. “Hem de çok ağlamışsın, gözlerin şişmiş. Saklama boşuna, çok ağlamışsın,” diye yineledi.
Masanın önünde durdu. Sonra oturdu. Boşalmış tabağa, çatala, bıçağa, ekmek kırıntılarına baktı. İlyas’a döndü. Alaylı alaylı güldü.
“Yakaladım!” diye haykırdı sonra. “Yakaladım seni, Divitoğlu! Aşçı olduğunu gizledin benden. Soyundan, sopundan söz ettin hep, aşçılığını gizledin. Ama benden ne kaçar ki! Peki ama… nasıl anlamadım şimdiye kadar? Suratından aşçılık akıyor senin. Suratın ‘aşçıyım’ diye haykırıyor. Ben bunu nasıl duymadım? Ne yaptın da suratını susturdun? Alacağın olsun, Divitoğlu! Bir de beni sevdiğini söylerdin. Geçen gün söyledin daha, haftası bile dolmadı. Hem de, çok gerekliymiş gibi, yeminler ettin. Ama bunu hiç açmadın, gizledin. Ne diye gizledin sanki! İnsan sevdiğinden bir şey gizler mi? Bu çok güzel bir şey, Divitoğlu, çok ilginç bir şey. Benden ne diye gizledin?” dedi, bir somurttu, bir güldü. Hep böyleydi, hep böyle şaşırtırdı insanı, damdan düşer gibi sözler söylerdi, insanı deli ederdi.
Divitoğlu gözlerini yere dikmişti. Yüzü kıpkırmızıydı, dizleri titriyordu. Kasap dükkânında bile duymamıştı bu utancı, hiçbir zaman böylesine utanmamıştı.
“İlk bugün başladım!” diye kekeledi. “Bu ilk yemeğim…” Yutkundu, başını kaldıramadı. Emel hemen kalkıp gitse ya da biraz daha alay etseydi, belki de kaba kacağa elini bile sürmezdi bundan böyle, belki yemek işi burada biterdi. Ama, kalkıp gitmedi, alayın türünü değiştirdi. Bir kahkaha kopardı. Yoksul bekâr odasına renk renk çiçekler gibi dağıldı kahkahası, havayı değiştiriverdi.
“Demek ilk yemeğin?” dedi, çok çekiciydi. “Divitoğlu, ne güzel söyledin, ne güzel söylersin her şeyi! İlk yemek, ilk balo gibi! Her şeyin ilki güzeldir: ilk aşk, ilk balo, ilk yemek… İlk yemeğinden yemek isterim, Divitoğlu!”
Divitoğlu birden başını kaldırıp gözlerini Emel’e dikti. Utançla umut birbirine girdi içinde. Sofrasını kaldırmadığı için kızıyordu kendi kendine, Emel’den utanıyor, önünde küçüldüğünü duyuyordu. Gene de üzülmüyordu. Nasıl üzülürdü? Emel gene sık sık, gene durmadan, gene alay eder gibi “Divitoğlu, Divitoğlu!” deyip duruyordu. Her zaman yapmazdı bunu, çok yakınlaştıkları, çok seviştikleri zamanlarda yapardı. İkide bir “Divitoğlu” derdi böyle. Bu nedenle umutluydu Divitoğlu, bu nedenle gözlerine şimdi her şey güzel görünüyor, kötü şeyler önemini yitiriyordu. Nasıl üzülürdü! Şıkır şıkır bir “Kim bilir?” geçti içinden. Kim bilirdi, saatlerce dil dökmekle elde edemediğini bir tabak yemekle elde ederdi belki. Emel’in işleri belli olmazdı. Birden “Evet!” diyebilirdi. Ama demedi. Eski döşeme tahtalarının