ama o İlyas değildi, başka biriydi. Mustafa’yı öldürmekle iş bitmez, Mustafa’yı öldürmekle alınmaz İlyas’ın öcü. İlyas’a kıyanlar başka, İlyas’a kıyanlar bir sürü, İlyas’a kıyanlar sayılmaz…
Düşündükçe şaşırıyor insan, kızıyor, deliye dönüyor: İlyas öyle kolay kolay ölecek çocuk değildi! Sapasağlam bir insandı her bakımdan. Hiç tökezlemeden ilerleyip gidiyordu yolunda. Son yıllarda pek de rahat yaşadığı söylenemez, orası öyle, son yıllarda çok güçlükler çekti. Divitoğlu ailesinde gırtlaklar çoğaldı, kazançlar artmadı. Para kazananların birkaçı da öldü, ufacık çocuklar kaldı geride. Bu yüzden gittikçe güçleşti durum, İlyas’ın aylığı gittikçe azaldı. Sonra da sağanaklar gibi bir pahalılık bastırdı. İlyas rahatlığı unuttu gitti, gönlünce tokluğu unuttu gitti. Çoğu akşamları yemeksiz geçti, çayla, peynirle, zeytinle, bazen bir tek yumurtayla, bazen kuru ekmekle geçti. Gene de hiç belli etmedi bunu, kimselere giz vermedi, sarsılmadı, sendelemedi, durmadan çalıştı, tek ders kaçırmadı. Üzülmüyordu da: nasıl olsa topu topu bir yıl kalmıştı önünde, bir yıl sonra kurtulacaktı. Çalışkandı, bilgiliydi, dil biliyordu. Yirmi yıla varmadan yargıtaya yerleşmiş olacaktı belki.
Ama her şey birdenbire değişti.
Bir uğursuz kız çıktı karşısına, dingin yaşamını altüst etti. Ahım şahım bir kız değildi öyle. Esmerdi, ufak tefekti, adı Emel’di. İlk bakışta, çekici bir yanı yoktu. Ama konuştular mı, eli eline değdi mi İlyas için her şey değişiyordu. Bazen çocuklaşıyordu, bazen yalnız öpüşüyordu, bazen çok görmüş geçirmiş bir kadın oluyordu. Durmadan değişiyordu. Bir türlü seçilmiyordu düşünceleri, kendi bile seçemiyordu belki, kendi bile bilmiyordu kim olduğunu. Ama hep şaşkına çeviriyordu İlyas’ı, başını döndürüyordu, her şeyi siliyordu aklından. Bu nedenle İlyas korktu, ondan sıyrılmak istedi. Dersleri başından aşkındı, derslerin ardında düşleri vardı, kadınlara zaman ayıramazdı. Hem de büyük bir söz vermişti kendi kendine: yargıtay üyesi olmadıkça evlenmeyecek, yargıtay üyesi olmadıkça, kıza, kadına el sürmeyecekti. Ama Emel bir kız değil de başka türden bir varlıktı sanki. Çabaları boşa gitti İlyas’ın, ondan kaçamadı, kurtulamadı. Kaçamamakla da kalmadı: çok geçmeden derslerini unuttu, yargıtayı bile unuttu. Yargıtay en büyük amaç olmaktan çıktı, sıcak bir düş oldu yalnız, küçüldü, Emel’in ardında kaldı.
Her şeyin başı Emel’di artık, her şey ondan sonra geliyordu. Emel’i haftada bir-iki kez bağrına basıyordu, ama zamanla bunu az buldu. Ondan uzakta yaşamak, her zaman onunla olmamak, yaşamaktan başka bir şey gibiydi, anlamsız ve boştu. Yoksullukta çok yaşamıştı Divitoğlu, ama bu boşlukta yaşayamıyordu. Bu boşluğu doldurmaya karar verdi. Bir gün yoksul odasını karanfillerle süsleyip Emel’i bekledi.
O da çok geçmeden geldi. Gelir gelmez boynuna atıldı. Ama İlyas tiril tiril titriyordu, çabucak sıyrıldı. Oturdu, ona da bir yer gösterdi. Bir-iki kez öksürdü, gözlerini yere dikti, ne zamandır söylemeye çalışıp da bir türlü söyleyemediği, kucaklaşmalar içinde yersiz bulduğu sözü bir çırpıda söyleyiverdi.
“Seni seviyorum,” dedi kitaplardaki gibi. Kıpkırmızı kesildi, yutkundu. “Deli gibi,” diye ekledi.
Emel güldü. Sonra yüzü birdenbire değişti.
“Sahi mi?” diye sordu. Sanki bilmiyordu!
“Evet, sahi, elbette sahi, hiç yalan olur mu?” dedi Divitoğlu, yüreği duracak gibiydi.
Ama Emel sanki alay ediyordu, sanki tüm olanları unutmuştu.
“Peki, anlat bakalım,” dedi. “Nereden anladın bunu, ne zaman, nasıl anladın? Anlayınca neler duydun, anlat bakalım…”
Divitoğlu durumunu yansıtabilecek sözcükleri bulamadı, yumruklarını sıktı.
“Anlatamam… Nasıl anlatayım?.. Anlatılmaz ki,” dedi sonunda, derin derin soludu. “Bir kaos gibiydi beynimin içi, dünyanın yaratılışı gibi… Şimdi de öyle, hep öyle… Yalnız şunu biliyorum: sensiz yaşayamam, seninle evlenmek istiyorum, hemen evlenmek istiyorum,” dedi.
“Yeter artık, Divitoğlu, anlaşıldı, yeter artık! Ben seninle evlenmem,” dedi sevgilisi. Sonra gevrek gevrek güldü. Sonra gene birdenbire değişti. Gözlerini bir uzak noktaya dikti, öylece durdu. “Divitoğlu, kızma, ama o anlamda sevmiyorum ben seni. Bütün gürültülerden, bütün kötülüklerden uzak bir havan var senin. Dupduru, tertemiz bir hava, çocukluk gibi… İnsanı dinlendiriyor. Bu havayı çok sevmiştim, bir zaman yaşamak istiyordum içinde. Hepsi bu. Yoksa seni o anlamda sevmiyordum, kusura bakma,” dedi, gene güldü.
Divitoğlu donakalmıştı. Hiç beklemiyordu bu sözleri. Çocuklar gibi masallarda yaşardı: ölümsüz sevgilere inanırdı, bir öpüşten sonra dönmek olmaz sanırdı. Deli gibiydi bu yüzden. Bir sonsuz ağırlık altında eziliyordu. Sanki hava taşlaşmış da ciğerine inemiyordu, nerdeyse boğulacaktı.
“Ama biz o kadar seviştik,” dedi. “Unuttun mu, az mı seviştik? Bunların anlamı neydi?..”
Emel gene gülümsedi. Hep böyleydi, hep şaşırtırdı, belli olmazdı ne diyeceği. Gene beklenmedik bir şey söyledi:
“Yanılıyorsun…”
Divitoğlu tümden şaşırdı. Ama hemen boyun eğmek istemedi. Kendinden, soyundan söz açtı, dedesini, yargıçlığını, yargıtay üyeliğini anlattı. Bunlar çok güzel şeylerdi! Ama sevgilisi dudak büktü, dalgın dalgın başını salladı.
“İşte en çok bu yanını seviyorum, İlyas,” dedi. “Küçücük şeylerle yetinebiliyorsun, küçücük şeyleri büyük sanıyorsun. Seninle bu yüzden dost olmuştum. Huzur veriyordun bana. Ama şimdi iş değişti. Sen değiştirdin. Ayrılacağız. Bir daha arama beni, beni unut,” deyip kalktı. Bir kırmızı karanfil aldı, yakasına taktı. Sonra İlyas’a yaklaştı, uzanıp usulca alnını öptü. Sonra kapıya yürüdü.
Divitoğlu bir taş gibi kalakaldı olduğu yerde. Ne bir şey söyledi, ne bir şey yaptı. Düşündüğü de yoktu. Gözlerini değişmez bir noktaya dikmiş, hiçbir şey görmeden bakıyordu. Usul usul akşam iniyordu gökten, karanlık gittikçe yoğunlaşıyordu. Karanlık yoğunlaştıkça bir ağır sıkıntı büyüyordu Divitoğlu’nun içinde, içeriden sıkıntı bastırıyordu, dışarıdan karanlık, Divitoğlu iki basınç arasında eziliyordu.
Birden kapısının zili çınladı. Sevinçle fırladı hemen. İçindeki sıkıntı tuzla buz oldu. “Geldi, geri döndü!” dedi kendi kendine. “Şaka yapmıştı, belliydi, biraz nazlanmak istemişti. Yoksa benden geçemezdi. Geri döndü,” dedi, kapıya koştu.
“Kim o?” diye seslendi.
“Posta!”
Postacı bir mektup verdi eline. İlyas’ın içinden küfretmek geldi. Öfkeyle kapadı kapıyı. Odasına dönüp ışığı açtı. Hep birbirine benzerdi memleket mektupları, hepsi bir örnek olurdu! Her akraba birkaç satır yazardı. “Sana güvenimiz sonsuz,” derlerdi. “Sana güvenimiz göğe kadar…” Gene öyle diyorlardı işte. Divitoğlu esnedi. Anası da övgülere boğardı onu. “Akıllı oğlum,” derdi, “herkesin en akıllısı.” “Ulu Tanrı Sultan Süleyman Efendimizin saltanatını versin sana, Nuh Peygamberimizin ömrünü versin, biricik İlyas’ım,” derdi. Gene aynı şeyler yazılıydı mektupta. Divitoğlu esnedi. Paranın eksileceğini de hep Yusuf Amca bildirirdi. Divitoğlu gene esnedi. Her şey önemsizdi şimdi gözlerinde, beyni boşalmış gibiydi. Uçsuz bucaksız bir umutsuzluk çöreklenmişti yüreğine. Bir de ilgisizlik. Gaz sobası kokmaya başlıyordu. Odadan çıkarıp söndürdü.
Sonra soyundu.
Ertesi