Schiller Friedrich von

Hayaletgören


Скачать книгу

yok,” diye cevap verdim. Prens, “Şurada oturalım ve Almanca konuşalım,” diyerek sözlerine devam etti. “Sanırım bizi birisiyle karıştırıyorlar.” Taştan bir bankın üzerine oturup maskeli adamın önümüzden geçip gitmesini bekledik. Fakat o doğrudan yanımıza geldi ve Prens’in hemen yanına oturdu. Prens saatini çıkarttı ve ayağa kalkarak bana doğru dönüp Fransızca yüksek sesle: “Saat dokuzu geçti. Hadi gelin. Bizi “Louvre’da beklediklerini unutmuşuz,” dedi. Bunu sırf maskeli adama izimizi kaybettirmek için söylemişti. “Saat dokuz,” diye tekrarladı maskeli aynı dilde, ağır ağır vurgulayarak. “Kutlayın kendinizi, Prens.” (O arada ona gerçek adıyla hitap etmişti.) “Saat tam dokuzda öldü.” Bunları söyleyerek ayağa kalktı ve oradan uzaklaştı.

      Şaşkın bir halde birbirimize bakakaldık. “Kim ölmüş?” dedi Prens uzun bir sessizlikten sonra. “Haydi peşinden gidelim,” dedim, “ve bir açıklama isteyelim.” San Marco Meydanı’nın her köşesini karış karış aradık; maskeli adamdan eser yoktu. Hoşnutsuz bir halde, kaldığımız otele döndük. Prens yol boyunca benimle tek bir kelime konuşmadı, yolun kenarından yalnız başına yürüdü, bana sonradan da itiraf ettiği üzere, içinde şiddetli bir çatışma yaşıyordu.

      Eve vardığımızda, tekrar konuşmaya başladı. “Doğrusu bu çok gülünç,” dedi, “çılgının biri gelip iki kelimeyle insanın huzurunu kaçırabiliyor.” Birbirimize iyi geceler diledik; odama girer girmez, yazı tahtasına bu olayın geçtiği günü ve saati kaydettim. Günlerden perşembeydi.

      Ertesi akşam Prens bana şöyle dedi: “Haydi San Marco Meydanı’nda bir gezinti yapalım ve bizim esrarengiz Ermeni’yi bulalım mı? Bu komedinin nereye varacağını merak ediyorum.” Önerisini kabul ettim. Saat on bire kadar meydanda vakit geçirdiysek de, Ermeni’yi hiçbir yerde göremedik. Aynı gezintiyi üst üste dört gece tekrarladık, yine de bir sonuç alamadık.

      Altıncı akşam otelimizden çıkarken –gayri ihtiyari mi, yoksa bile bile mi olduğunu artık hatırlamıyorum– hizmetkârlara bizi arayan olursa nerede bulabileceğini bildirmek geldi aklıma. Prens tedbirliliğimi fark etti ve gülümseyen bir yüz ifadesiyle bu davranışımı övdü. San Marco Meydanı’na vardığımızda büyük bir izdiham yaşanıyordu. Henüz otuz adım bile atmamışken, o Ermeni’yi fark ettim, hızlı adımlarla kalabalığın arasından kendine yol açmaya çalışıyor ve sanki gözleriyle birini arıyordu. Biz tam ona yetişmek üzereyken, Prens’in maiyetinden Baron von F** nefes nefese bize doğru koşup geldi ve Prens’e bir mektup getirdi. “Üzerinde siyah mühür var,” dedi. “Acil olabileceğini düşündük.” Bunu duyunca yıldırım çarpmışa döndüm. Prens bir sokak lambasına yaklaşıp okumaya başladı. “Kuzenim ölmüş,” diye haykırdı. “Ne zaman?” diyerek telaşla sözünü kestim. Mektuba bir kez daha baktı. “Geçen perşembe. Akşam saat dokuzda.”

      O şaşkınlığı üstümüzden atamadan, Ermeni’yi aramızda bulduk. “Burada sizin kim olduğunuzu öğrendiler, saygıdeğer bayım,” dedi Prens’e. “Derhal Mori’ye dönün. Karşınızda senato temsilcilerini bulacaksınız. Size sunulacak olan onuru kabul etmekte tereddüt etmeyin. Baron von F** senetlerinizin geldiğini size söylemeyi unuttu,” diyerek kalabalığın arasına karıştı.

      Hızla otelimize döndük. Her şey Ermeni’nin haber verdiği gibi oldu. Cumhuriyet’in üç asilzadesi, Prens’i selamlamak ve onu büyük bir törenle Meclis’e götürmek üzere hazır bekliyordu, orada kentin yüksek soyluları tarafından karşılanacaktı. Prens bana uyanık kalıp onu beklememi kısa bir işaretle belli edecek vakti ancak buldu.

      Prens gece saat on bire doğru döndü. Ciddi ve düşünceli bir halde odaya girdi, hizmetkârları gönderdikten sonra elimi tuttu. Bana dönerek Hamlet’in sözleriyle: “Kontum,” dedi, “öyle şeyler vardır ki, yerde ve gökte, göremez felsefelerimiz onları rüyasında bile.”2

      “Saygıdeğer bayım,” diye cevap verdim, “büyük bir umut kazanmış olarak yatağa gireceğinizi unutmuş gibi görünüyorsunuz.” (Ölen kişi, ülkenin başındaki ***’nin biricik oğlu, veliaht prensti. Yaşlı ve hasta hükümdarın, yerine geçecek bir oğul sahibi olma ümidi de yoktu. Bizim Prens’in amcası –keza onun da vârisi ve oğlu olma ihtimali yoktu– şimdi onunla taht arasındaki tek kişiydi. Bu durum ileride söz konusu olacağı için şimdiden bahsediyorum.)

      “Bunu bana hatırlatmayın,” dedi Prens. “Eğer bir taç kazanmış olsaydım, şimdi bu ufak ayrıntıyı düşünmek yerine, yapacak çok daha fazla işim olurdu. Eğer Ermeni’nin bu olanları bilmesi bir rastlantı değilse…”

      “Bu nasıl olabilir ki, Prens?” diyerek sözünü kestim.

      “Bütün hükümdarlık umutlarımı bir rahip cüppesine değişirim.”

      Ertesi akşam her zamankinden daha erken San Marco Meydanı’ndaydık. Birdenbire bastıran yağmur yüzünden, kâğıt oynanan bir kafeye girdik. Prens bir İspanyol’ un sandalyesinin arkasında durup oyunu izlemeye başladı. Bense yan odaya geçmiş, gazete okumaya koyulmuştum. Bir süre sonra gürültüler duydum. Prens gelmeden önce sürekli kaybeden İspanyol, şimdi her elde kazanıyordu. Oyunun gidişatı göze batacak kadar değişmişti, talihinin dönmesiyle cesareti artan oyuncunun kasayı boşaltma tehlikesi vardı. Kasayı tutan Venedikli, Prens’e küstah bir tonda şansı döndürdüğünü ve masadan uzaklaşmasını söyledi. Prens onu soğuk bir bakışla süzerek olduğu yerde kaldı; Venedikli hakaretini Fransızca olarak tekrarlamasına rağmen Prens istifini bozmadı. Venedikli, Prens’in her iki dili de bilmediğini düşündü ve aşağılamayla dolu bir gülüşle diğerlerine dönüp, “Beyler, söyler misiniz, bu Balordo’ya3 meramımı nasıl anlatmalıyım?” Bunları söyleyerek ayağa kalktı ve Prens’i kolundan tutmaya yeltendi; o anda Prens’in sabrı taştı ve Venedikli’yi güçlü elleriyle kavradığı gibi sert bir hareketle yere fırlattı. Bütün mekân hareketlendi. Gürültü üzerine ben de içeriye daldım, gayri ihtiyari Prens’e adıyla seslendim. “Kendinizi kollayın, Prens,” diye düşüncesizce sözlerime devam ettim, “şu anda Venedik’teyiz.” Prens’in adı duyulunca herkesin sesi soluğu kesildi, derken mırıldanmalar başladı ve durum bana biraz tehlikeli göründü. Orada bulunan tüm İtalyanlar kalabalık bir grup oluşturarak yan tarafa dizildiler. Herkes bir bir salonu terk etti, sonunda İspanyol ve birkaç Fransız’la baş başa kaldık. “Saygıdeğer bayım, kenti hemen terk etmezseniz, işiniz bitik,” dedi İspanyol. “Bu kadar sert davrandığınız Venedikli zengin ve nüfuzlu biridir, sizi öbür dünyaya göndermesi ona sadece elli duka altınına mal olur.” İspanyol, Prens’in güvenliği için nöbetçi çağırmayı ve eve kadar bizzat bize eşlik etmeyi teklif etti. Aynı teklifi Fransızlar da yaptılar. Biz hâlâ durmuş ne yapacağımızı düşünürken, kapı açıldı ve Devlet Engizisyonu’ndan birkaç görevli içeriye girdi. Bize gösterdikleri hükümet emrine göre kendilerini derhal takip etmemiz gerekiyordu. Çok sayıda muhafız eşliğinde bizi kanala kadar götürdüler. Burada bizi bekleyen gondola binmek zorundaydık. İnmeden önce gözlerimizi bağladılar. Bizi büyük bir taş merdivenden yukarıya çıkarttıktan sonra, uzun ve dolambaçlı bir dehlizden geçirdiler, ayaklarımızın altında yankılanan seslerden çıkarttığım kadarıyla aşağısı mahzendi. Sonunda bir başka merdivene ulaştık, yirmi altı basamakla aşağıya indik. Merdivenler bir salona açıldı, burada gözlerimizdeki bağları çözdüler. Kendimizi bir grup vakur, yaşlı adamın ortasında bulduk, hepsi siyahlar giymişti, salonun her tarafı siyah örtülerle kaplanmış ve çok az aydınlatılmıştı. Toplananların hepsi de ölüm sessizliği içindeydi, bu da dehşet verici bir etki yaratıyordu. Engizisyon’un başı olduğunu tahmin ettiğim bu ihtiyarlardan biri, Prens’e doğru yaklaştı ve Venedikli oraya getirilirken, yüzünde ciddi bir ifadeyle sordu:

      “Bu adamı size kafede hakaret eden kişi olarak teşhis