yaşadığı aşırılıklardan pişmanlık duyuyordu.”
“Yanınızda ondan bir anı taşıyor musunuz?”
“Evet.” (Prens gerçekten yanında bir enfiye kutusu taşıyordu, üzerinde mineyle işlenmiş Marki’nin minyatür portresi olan bu kutuyu sofrada yanına koymuştu.)
“Bunun ne olduğunu bilmem gerekmiyor! Beni yalnız bırakın. Ölen kişiyi göreceksiniz.”
O bizi çağırana kadar, diğer köşke geçmemizi rica etti. Derhal salondaki bütün mobilyaları dışarı çıkarttı, pencereleri söktürdü ve kepenkleri sonuna kadar indirtti. Dostu olduğu belli olan otel sahibine, içinde kor halinde kömür bulunan bir çanak getirmesini ve evde yanan bütün ateşleri suyla dikkatlice söndürmesini emretti. Dışarı çıkmadan önce, her birimizden burada görüp duyduklarımız hakkında sonsuza dek konuşmayacağımıza dair namus sözü vermemizi istedi. Arkamızdan bu köşkteki tüm odaların kapıları sürgülendi.
Saat on biri geçiyordu, evin her yanına derin bir sessizlik hâkimdi. Dışarı çıkarken, Rus bana yanımızda dolu silah bulundurup bulundurmadığımızı sordu. “Niçin?” dedim. “Ne olur, ne olmaz,” diye cevapladı. “Bir dakika bekleyin, ben bir bakayım.” Yanımızdan uzaklaştı. Baron von F** ve ben o köşke bakan bir pencereyi açtık, bize sanki iki kişinin aralarında fısıldaştıklarını ve bir yere merdiven dayadıklarını duymuşuz gibi geldi. Tabii ki bu sadece bir tahmindi, bunun doğru olduğunu ileri sürmeye cesaret edemem. Rus yarım saat sonra bir çift tabancayla geri döndü. İçine kurşun yerleştirdiğini gördük. Saat ikiye yaklaşırken büyücü tekrar göründü ve bize vaktin geldiğini haber verdi. İçeri girmeden önce ayakkabılarımızı çıkartmamız, üzerimizde sadece gömlek, çorap ve iç çamaşırımızın kalması emredildi. Arkamızdan, ilk seferinde de olduğu gibi, kapı sürgülendi.
Salona geri döndüğümüzde, yere kömürle geniş bir daire çizilmiş olduğunu gördük, içine on kişiyi, hepimizi rahatça alacak büyüklükteydi. Odanın dört duvarı boyunca bütün döşeme tahtaları kaldırılmıştı, öyle ki bir adanın üzerinde gibiydik. Dairenin tam ortasına üstü siyah örtüyle kaplı bir altar yerleştirilmiş, altına da kırmızı atlas bir halı serilmişti. Altarın üzerinde bir kurukafanın yanında açık halde bir Keldani İncili durmaktaydı, ayrıca üzerine gümüş bir haç tutturulmuştu. Mum yerine gümüş bir kabın içinde ispirto yanıyordu. Günlükten yayılan yoğun duman salonu kararttığından, ışık adeta boğulmuştu. Büyücü, tıpkı bizler gibi soyunuktu, ama onun ayakları çıplaktı; boynundaki insan saçından yapılma kolyenin ucunda bir muska taşıyordu, kalçasına üzeri gizli şifreler ve sembolik figürlerle bezeli beyaz bir önlük dolamıştı. El ele tutuşmamızı ve derin bir sessizlik içinde kalmamızı emretti; özellikle hayalete hiç soru sormamamızı tembih etti. İngiliz’den ve benden (en çok bizim ikimize karşı güvensizlik besliyor gibiydi) iki çıplak kılıcı hiç kıpırdamadan çapraz olarak onun bir parmak kadar başının üstünde işlem bitinceye kadar tutmamızı rica etti. Çevresinde bir yarımay oluşturduk, Rus subay İngiliz’in hemen yanında altarın bitişiğinde duruyordu. Yüzü doğuya çevrili halde, büyücü şimdi halının üzerindeydi, dört bir yöne kutsanmış su serpiyordu, üç defa İncil’e doğru eğildi. Ruh çağırma seremonisi yedi-sekiz dakika kadar sürdü, biz olanlardan hiçbir şey anlamadık; bittiğinde hemen arkasında duranlara bir işaret vererek şimdi onu saçlarından sıkıca tutmalarını istedi. Şiddetli kasılmalar içinde üç defa ölenin adını haykırdı ve üçüncüsünde elini haça doğru uzattı.
Birdenbire hepimiz sanki bir şimşek çaktığını hissettik ve ellerimiz birbirinden ayrıldı; ani bir gök gürültüsü evi sarstı, bütün kapı kilitleri çınlamaya, bütün kapılar çarpmaya başladı, ispirto kabının kapağı kapandı, ışık söndü ve karşı duvardaki şöminenin üzerinde bir insan sureti belirdi, gömleği kanlıydı, yüzü ölmekte olan birinin benzi gibi bembeyazdı.
“Kim çağırıyor beni?” diye boğuk, zar zor duyulan bir ses geldi kulağımıza.
“Arkadaşın,” diye cevap verdi büyücü, “senin hatırana saygı duyan ve ruhun için dua eden,” diyerek Prens’in adını söyledi.
Cevaplar hep uzun bir aradan sonra geliyordu.
“Ne istiyormuş?” diye ses devam etti.
“Bu dünyada başladığın ama bitiremediğin itirafını sonuna kadar dinlemek istiyor.”
“Felemenk sınırındaki bir manastırda yaşayan…”
O anda ev yeniden sarsıldı. Kapılar şiddetli bir gök gürültüsüyle kendi kendine açıldı, bir yıldırım odayı aydınlattı ve ilki gibi kanlar içinde ve bembeyaz suratlı ama ondan daha korkunç başka bir cismani görüntü eşikte belirdi. İspirto kendiliğinden alev aldı ve salon önceden olduğu gibi aydınlandı.
“Kim var aramızda?” diye bağırdı büyücü korku içinde ve dehşet dolu gözlerle topluluğa bir bakış attı: “Seni ben çağırmadım.”
Hayalet, vakur ve sessiz adımlarla altara doğru yürüyüp halının üzerinde, tam karşımızda durdu ve haçı eline aldı. İlk sureti artık göremez olmuştuk.
“Kim çağırıyor beni?” dedi bu ikinci hayalet. Büyücü şiddetle titremeye başladı. Korku ve hayretten donup kalmıştık. Ben bir tabanca kaptım, büyücü onu elimden çekip aldı ve karşımızdaki hayalete doğru ateş etti. Kurşun altarın üzerinde ağır ağır yuvarlandı ve hayalet dumanın içinden hiçbir şey olmamışçasına ortaya çıktı. O anda büyücü baygın bir halde yere yığıldı.
“Ne oluyor?” diye bağırdı İngiliz dehşet dolu bir sesle ve ona bir kılıç darbesi indirmek istedi. Hayalet onun koluna dokundu ve kılıç yere düştü. O anda korkudan alnım ter içinde kaldı. Baron von F** de aynı anda dua okuduğunu sonradan itiraf etti. Bütün bu zaman boyunca Prens, korkusuz ve sakin bir tavırla gözlerini hayalete dikmiş, duruyordu.
“Evet! Seni tanıdım,” diye sonunda haykırdı duygulanarak, “Sen Lanoy’sun, sen benim arkadaşımsın… Nereden geliyorsun?”
“Ebediyet dilsizdir. Bana geçmiş yaşantıma ait sorular sor.”
“Bana tarif ettiğin manastırda kim yaşıyor?”
“Benim kızım.”
“Nasıl? Sen baba mı oldun?”
“Ah, ne yazık ki, çok az babalık yaptım!”
“Mutlu değil misin, Lanoy?”
“Tanrı beni yargıladı.”
“Bu dünyada sana ne gibi bir hizmette bulunabilirim?”
“Hiç, sen kendini düşün yeter.”
“Bunu nasıl yapmalıyım?”
“Roma’da bunu öğreneceksin.”
O anda bir şimşek daha çaktı ve gök gürledi. Odayı kara bir duman bulutu kapladı; dağıldığında, hayalet yok olmuştu. Bir pencerenin kepengini açtım. Sabah olmuştu.
Şimdi büyücü de ayılıyordu. “Neredeyiz?” diye haykırdı, gün ışığını görür görmez. Rus subay onun hemen arkasında duruyor ve omzunun üstünden ona bakıyordu. “Düzenbaz,” dedi ona doğru dehşet saçan bir bakışla, “bir daha asla ruh çağırmayacaksın.”
Sicilyalı arkasına döndü, dikkatle onun yüzüne baktı, tiz bir çığlık attı ve ayaklarına kapandı.
Bir anda hepimiz sözümona Rus olan adama baktık. Prens, onda Ermeni’nin yüz hatlarını tanımakta zorlanmadı ve biraz önce kekelemekte olduğu söz ağzına tıkıldı kaldı. Dehşet ve hayretten