yazılı bir belge gösterdi. Bunun üzerine, mübaşir hiç konuşmadan, önünde saygı dolu bir reverans yaparak onun yanından uzaklaştı ve bize doğru dönüp şapkasını çıkardı. “Beni bağışlayın, baylar,” dedi, “sizi bu sahtekârla karıştırdım. Size kim olduğunuzu sormayacağım; çünkü bu bey karşımdakilerin onurlu kişiler olduğuna dair bana güvence veriyor.” Bunları söylerken adamlarına bizi serbest bırakmalarını işaret etti. Sicilyalı’yı ise gözaltına alıp bağlamalarını emretti. “O serserinin artık vakti doldu,” diye ekledi. “Yedi aydır onu yakalamak için pusuda bekliyorduk.”
Bu sefil adam gerçekten acınacak durumdaydı. İkinci hayaletin görünmesi ve bu beklenmedik baskının yarattığı çifte korku, aklını başından almıştı. Bir çocuk gibi onu bağlamalarına izin verdi; bir ölününkini andıran yüzünde gözleri kocaman açılmış, sabit bakıyordu; dudakları usul usul seğirir gibi titriyor, ama ağzından hiçbir ses çıkmıyordu. Her an bir kasılma nöbeti geçirecek gibiydi. Prens onun durumuna acıdı ve kendini tanıtarak salıverilmesi için mübaşiri ikna etmeye yeltendi.
“Saygıdeğer bayım,” dedi mübaşir, “böylesine bir yüce ruhlulukla kendisine aracılık ettiğiniz bu adamın kim olduğunu biliyor musunuz? Sizi aldatmak için kurduğu düzen onun en hafif suçlarından biri. İşbirlikçileri elimizde. Onun hakkında iğrenç şeyler söyleniyor. Bundan sadece kürek cezasıyla kurtulursa, kendini şanslı saymalı.”
O arada otel sahibinin de çalışanlarıyla birlikte iplerle bağlanmış olarak avludan geçirildiklerini gördük. “O da mı?” diye bağırdı Prens. “O ne suç işledi?” Mübaşirlerin şefi, “O, onun suç ortağı ve yardakçısı,” diye cevapladı. “Elçabukluğu numaralarında ve hırsızlıklarında ona yardımcı olan ve ganimeti paylaştığı kişi. Biraz sonra buna ikna olacaksınız, saygıdeğer bayım.” (O sırada adamlarına doğru döndü.) “Bütün evi baştan başa arayın ve ne bulursanız derhal bana bildirin.”
Şimdi Prens etrafına bakınarak gözleriyle Ermeni’yi arıyordu ama ondan eser yoktu; baskının yarattığı genel karışıklık sırasında fark edilmeden uzaklaşmaya fırsat bulmuştu. Prens çaresizdi; hemen adamlarını peşinden yollamaya kalktı; hatta bizzat kendisi gidip onu aramak istedi, beni de beraberinde sürüklemek niyetindeydi. Pencereye doğru koştum; bütün evin etrafını bu olayın söylentilerini duyan meraklılar sarmıştı. Kalabalığı aşmak imkânsızdı. Prens’e şöyle telkinde bulundum: “Bu Ermeni bizden gizlenmeyi gerçekten istiyorsa, saklanmanın yolunu mutlaka bizden iyi biliyordur ve tüm aramalarımız da boşa çıkacaktır. Bence dilerseniz biraz daha burada kalalım, saygıdeğer Prens. Belki bu mübaşir onun hakkında bize daha fazla bilgi verebilir; eğer doğru gördüysem, ona kendini tanıttı.”
Hâlâ yarı çıplak olduğumuzu fark etmiştik. Hemen odamıza gittik ve hızla kıyafetlerimizi üzerimize geçirdik. Geri döndüğümüzde, evde yapılan arama bitmişti.
Altarı dışarı çıkarıp salonun döşeme tahtalarını kaldırınca, içinde bir insanın dik olarak rahatça oturabileceği, genişçe bir mahzen ortaya çıktı, kapısından dar bir merdivenle bodruma iniliyordu. Bu mahzende bir elektrikleme makinesi, bir saat ve küçük bir gümüş çan bulundu; çan ve elektrikleme makinesinin, altar ve onun üstüne tutturulmuş olan haçla arasında bir bağlantı yapılmıştı. Şöminenin tam karşısındaki pencerenin kepengi delinmiş ve bir sürgü takılmıştı, böylece daha sonra öğrendiğimiz gibi, bu deliğe bir laterna magica9 yerleştirilerek istenen görüntü şöminenin üzerindeki duvara düşürülmüştü. Tavan arasından ve bodrumdan çeşitli davullar çıkardılar, üzerlerinde iplere bağlanmış iri kurşun küreler asılıydı, herhalde duyduğumuz gök gürültüsü seslerini bu yolla meydana getirmişlerdi. Sicilyalı’nın kıyafetleri incelendiğinde, bir kutunun içinde çeşitli tozlar, aynı şekilde cam tüpler ve kaplarda cıva, bir cam şişede fosfor, demir düğmelerin üzerine yapışmasından mıknatıs özelliği olduğunu hemen anladığımız bir yüzük, ceketinin cebinde bir “Göklerdeki Babamız” duası, uzun bir sakal, küçük cep tabancaları ve bir hançer bulundu. “Bakalım, dolu muymuş!” dedi mübaşirlerden biri ve eline aldığı tabancalardan birini şömineye doğrultarak ateş etti. “İsa Meryem aşkına!” diye boğuk bir insan sesi haykırdı, bu sesi ilk hayaletten de duymuştuk; aynı anda da vücudu kanlar içinde birinin bacadan aşağıya düştüğünü gördük. “Hâlâ huzura kavuşamadın mı, zavallı ruh?” diye bağırdı İngiliz, bizler dehşetle geriye çekilirken. “Haydi, mezarına dön. Olmadığın gibi görünmüştün; şimdi ise göründüğün gibi olacaksın.”
“İsa Meryem aşkına! Yaralandım,” diye tekrarladı şöminedeki adam. Kurşun sağ bacağını parçalamıştı. Derhal yarasını sardılar.
“Peki sen kimsin, hangi iblis seni buraya getirdi?
“Ben zavallı bir çıplak ayaklı keşişim,” diye cevapladı yaralı adam.
“Buradaki yabancı bir adam bana bir duka altını verdi ve karşılığında…”
“Ezberlettiği bir efsun duasını söylemeni mi istedi? Peki neden işin bitince çıkıp gitmedin?”
“Bana bir işaret verecekti, o zaman gidebilecektim; ama işaret gelmedi, dışarı çıkmak için yukarı tırmanmak istediğimdeyse, merdiven yerinde yoktu.”
“Sana ezberlettirdiği efsun duası neydi?”
Adam o anda bayıldı, ondan artık bir şey öğrenmek mümkün değildi. Daha yakından baktığımızda, onun önceki akşam Prens’in yoluna çıkıp büyük bir ciddiyetle konuşan keşiş olduğunu fark ettik.
O sırada Prens, mübaşirlerin şefine doğru dönmüştü.
“Siz bizi,” dedi, aynı zamanda avucuna birkaç altın sıkıştırarak, “siz bizi bir sahtekârın elinden kurtardınız ve bizi tanımadığınız halde hakkımızı verdiniz. Şimdi eğer birkaç sözüyle bizim serbest bırakılmamızı sağlayan o meçhul kişinin kim olduğu hakkında bizi aydınlatırsanız, size karşı minnettarlığımız son haddine varacaktır.”
“Kimi kastediyorsunuz?” diye sordu mübaşirlerin şefi, bu sorunun ne kadar gereksiz olduğunu açıkça belli eden bir yüz ifadesiyle.
“Rus üniformalı bayı kastediyorum, sizi bir kenara çekip yazılı bir belge göstererek kulağınıza birtakım sözler fısıldamış, siz de onun üzerine bizi serbest bırakmıştınız.”
“Demek o adamı tanımıyorsunuz?” diye tekrar sordu mübaşir. “O sizin grubunuzdan değil miydi?”
“Hayır,” dedi Prens, “üstelik çok önemli sebeplerden dolayı kendisiyle yakından tanışmak istiyordum.”
“Yakından,” diye cevap verdi mübaşir, “onu ben de tanımıyorum. Şahsen adını bile bilmiyorum, bugün onu hayatımda ilk kez gördüm.”
“Nasıl olur, bu kadar kısa zamanda ve birkaç sözle hem kendisinin hem de bizlerin suçsuz olduğuna sizi nasıl ikna edebildi?”
“Aslında bir tek sözcükle.”
“Peki neydi bu? İtiraf edeyim, bunu bilmek istiyorum.”
“Bu meçhul adam, saygıdeğer bayım,” –aynı anda da avucundaki duka altınlarını eliyle tartıyordu– “Bana karşı o kadar cömert davrandınız ki, sizden bu sırrı daha fazla saklamayacağım –bu meçhul adam– Devlet Engizisyonu’ndan bir subaydı.”
“Engizisyon mu! Bu adam!..”
“Aynen öyle, saygıdeğer bayım, gösterdiği evrak beni öyle olduğuna ikna etti.”
“Aynı adamdan mı bahsediyorsunuz? Bu imkânsız.”
“O