Orta yerde bir hamur tahtası, Âkile Hanım’ın elinde oklava ile hamur açıyor, fakat başı kapıya çevrilmiş, eski bir dost tavrıyla konuşuyordu:
– Buyurun, buyurun… Kusura bakmayın! Burası benim hem misafir salonum, hem odam, hem mutfak, hem çamaşırlığım…
Enteresan bir oda… Kapının karşısında bir sedir, üstünde oturan oğlu da ayağa kalkmış, bana yer gösteriyordu. Su küpü, çamaşır yığını, gazocağı. Hulâsa bir kadının günlük ihtiyaçlarına cevap verecek her şey var.
Küçükler odaya girer girmez, sağa sola saldırıyorlar, o da ikide bir elindeki oklavayı kaldırıyor, çocuklar hamur tahtasına yaklaştıkları zaman sinek kovar gibi sallıyor:
– Oturun yoksa gösteririm ha!..
Ben karşısındaki sedire oturmuştum. Hoş beş başladı. Oğlu Hüseyin, küçükleri ellerinden yakalamış, ayakta…
– Sen bunları al, biraz gezdir, Hüseyin…
Adamcağız çocukları aldı, çıktı. Bu bir pazar günüydü. Âkile Hanım’ın oğlu dairede olmadığı zamanlar kullandığı, belki dairede iken başka bir şoföre kullandırdığı bir taksinin kapının biraz ötesinde durduğunu, kırmızı konağa gelirken görmüştüm.
Onlar çıkınca hemen cebinden sigarasını çıkarttı, yaktı. Ağzında sigara, elinde oklava işine başladı.
– Bu küçükler kim?
– Torunlarım.
– Sana misafir mi geldiler?
– Hayır, her zaman bende artık.
– Anaları yok mu?
– Var, var ama Allah bilir nerede…
Birdenbire kalktı:
– Durun bir kahve pişireyim. Karşılıklı içerken size bizim bu son macerayı anlatırım.
Biraz ötede, birkaç mangal yanında kahve tepsisi. Kahveyi pişirinceye kadar hiç konuşmadı. Bana köpüklü ve nefis bir kahve sunduktan sonra, kendi de, bir elinde kahve fincanı, konuşmaya başladı. Mangalın karşısına çömelmiş, gözleri havada, maziden bir kitap açmış, okumaya başlamış gibiydi. Yüzünde hiçbir hareket olmadığı halde bir taraftan kafasının içindeki hayat sahnesini seyrediyor, onun acı tatlı şakalarını gene o kusursuz üslûbuyla anlatıyordu:
– Bizim gelin, size geçen gün anlattığım akrep akrabalardan birinin kızıdır. Yedi senedir oğlumla evli, fakat arada bir aklına esince evini bırakır, kaçar. Bazan oğlum gider, annesinin evinden alır, getirir, bazan kendisi dönüp, dolaşıp gelir, oğlanın gönlünü eder. Bu, ta nikâh dairesinden çıktıkları gün başladı. Ne yapalım, çöpçatan birbirlerine gevşek çatmış.
– Ne garip!
– Garipten de fazla…
– Ne diye bu kızı oğluna aldın?
– Bu bir roman… Anlatayım mı?
– Aman anlat.
– Güzeldir haspa. Hem de dediğim gibi babası uzaktan uzağa akrabadır da. Pek münasebetimiz yoktu. Babası, anası bizim oğlana kızlarını vermek istiyorlardı. Bundan tam yedi yıl evvel, o zaman evleri Üsküdar’daydı. Oğlum, ben, iki de yakın akraba, resmen görücü gittik. Öyle karışık bir ev ki… Bizi bir odaya aldılar… Hepimize oturacak yer yoktu. Bir kısmı, yan yana duran iki sandıktan birinin üstüne oturdu. Hoş, beş, biraz sonra kız geldi, odada oturacak sandalye yok, ne yapsın, o da öteki sandığa oturdu. Meğer sandığın kapağı kırıkmış. Kız oturur oturmaz, kapak çöktü, kız içine düştü, bacakları havaya kalktı. Oğlum medenî bir erkektir. Hemen koştu, kollarından yakaladı, kaldırdı, kendi sandalyesine oturttu. Ayaklarında çorap da yoktu. İki çıplak bacağın nasıl havaya kalktığı hiç gözümün önünden gitmez.
Ben burada kendi kendime bu iki çıplak genç bacağın bu izdivaçta mühim bir rol oynadıklarını düşündüm.
– Mahcup olmuştur, zavallı kız…
– Mahcup mu? Asla… Bir kahkaha salıverdi. Her neyse. Biz hal hatır sormaya başlamadan, sanki nişan takmaya gelmişiz gibi, anası, babası pazarlığa giriştiler. Takılacak nişan, yüzgörümlüğü, ayrı ev, ev eşyası filân hep konuşulmaya başladı. Baktım oğlum razı… Ne ise, iki gün sonra nişan yüzükleri takıldı. Cerrahpaşa civarında bir apartman katı tuttuk, oğlum elindekini, avucundakini evi döşemeye sarfetti. İki ay geçmeden nikâhları kıyıldı, o akşam güvey girecekti. Fakat kavga nikâh dairesinde başladı. Gelin Hanım:
– Haydi, ne takacaksan tak, yoksa sana eteğimin ucunu göstermem, diyordu. Yüzgörümlüğünün gece takılması lâzım geldiğini anlatmaya çalıştık. Dinlemeden savuştu, gitti. İki gün sonra pişman oldu ama, bu başını alıp savuşmak devam etti, durdu. Tam yedi yıldır evlidirler. Oğlum ne kazanırsa ona getirir… Fakat bu kazanç ona kâfi gelmiyordu galiba! Gördünüz ya, iki tane de nur topu gibi evlât. Lâkin o ikide birde çocuklarını da yüzüstü bırakır, gider. Döner, dolaşır, sonra gelir, bizim oğlanın gönlünü alır.
– Bereket versin sen varsın, Âkile Hanım… Bu yavrular ne yaparlardı?
– Bütün komşular, bilhassa ev sahibi, çocuklarla meşgul olurlar. Bu defa, kaçış uzun sürdü. İstanbul’da annesinin evi dahil, hiçbir bildik nereye gittiğini bilmiyordu. Oğlum da çocukları aldı, bana getirdi. Ele avuca sığmıyorlar. Bilhassa büyük, aksırmış annesinin burnundan düşmüş.
– Bir kazaya uğramış olmasın?
– Ne münasebet! Bu sabah Sinop’tan bir telgraf aldık. Oradaki bir akrabaya gitmiş. Oğlumu yanına çağırıyor.
– Demek, istediği zaman seyahate çıkabilecek hazırlığı ve parası var?
– Her halde Karadeniz vapurunda daha evvelden yer tutmuş olacak. Ayrıca, giderken oğlumun ceketinin cebine sakladığı birkaç yüz lirayı almış…
– Oğlunuz gidecek mi?
– Asla… Artık bu yıkık yuvadan hayır yok. Şimdi şahit topluyoruz. Talâk30 davası açacağız. Oğlumun peşinde şimdiden iyi aileler kızlarını vermek için dolaşıyorlar.
Âkile Hanım, tıpkı bir davavekili31 gibi, mahkemeye sunulacak resmî müracaatı ezberden okumaya başladı. Ben orta halli ailelerde, ta Ankara’dan beri sayısı artan ayrılmalar, eş değiştirmeler vak’alarını zihnimden geçiriyordum. Ailenin kutsî bir müessese olduğunu unutmuş görünen bir cemiyet içinde yaşıyorduk. Eskiden devamlı tüttüğü söylenen ocaklar şimdi birer birer, bir kibrit gibi püf demekle sönüyordu. Üç ay evvel bilmem hangi sinemada veya baloda tanışıp, sevişen nice evliler görüyordum ki, kızlar biraz daha zengin bir adam –hele otomobili olursa– kendisine yılışınca yuvasını bırakıp kaçıyorlar. Sonra gene, kendisine samimiyetle bağlı yirmi, otuz yıllık karısını bir genç daktiloya âşık olup bırakmış nice aklı başında görünen baylar vardı. Bunları düşünürken Âkile Hanım’ın dediklerini işitmiyordum. Çünkü içimdeki “acaba” büyük harflerle karşıma dikilmişti. Acaba Tarık’ın kâtibi Sevim, Roma’ya gitti mi? Acaba otuz yıldan beri ideal bir çift gibi yaşayan eniştemle teyzemin arasına o Gülbeyaz denilen genç tıbbiye talebesi girecek mi?
– Daldınız, Nermin Hanım?
– Yılda bir eş değiştiren o kadar çoğaldı ki…
– Yılda değil, ayda bir esvap değiştirir gibi eş değiştirenler var.
Âkile Hanım’ın da gözleri bulutlanmıştı.
– Sizin eşiniz