zaman bulamamış olmasına rağmen ona da, gözleriyle ve tavrıyla aynı direktifi veriyor gibiydi. Fakat sofrada, Rusya, Amerika ve İngiltere’nin bugünkü mühim şahsiyetlerini mütemadiyen tenkit ediyorlar ve dünyaya nizam vermek için toplanmış gibi ateşli ateşli konuşuyorlardı.
Bu münakaşadan en fazla memnun görünen Profesör’dü. Hukuk’ta mühim bir kürsü işgal eden bu kellifelli adamcağız, bayat fikirlerini, satışa pahalı ve nadir mallar çıkarmış bir dükkâncı gibi, bazı cümlelerinin üzerinde bilhassa uzun duruyor, etrafını gururla gözden geçiriyordu. En fazla üzerinde durduğu nokta, demokrasinin dünya için muzır olduğunu ispata çalışan misallerdi. Kendisinin o günlerde Maarif Vekili olması ihtimali de ağızlarda dolaşıyordu. Kendisini en fazla dikkatle dinleyen Amerikalı gazeteci idi. Türkiye’ye yeni geldiğini ve ancak bir ay kalabileceğini söylerken gülerek, Türkiye’de hâkim olan siyasî felsefe hakkında bir seri yazı yazacağını ve meseleyi daha esaslı konuşmak üzere hususî bir mülâkat istediğini, hukuk profesörüne anlatıyordu.
Dick, hep Washington’da geçen müşterek hâtıralarımızı ihya ederken, yan gözle bana mânalı mânalı bakarak, “En güzel kadınların sadece Türkiye’de olduğuna kanaat getirdim,” demişti.
Bu esnada Tarık kaşlarını çatmış, gözlerini bana dikmişti. Bu güzellik bahsini eniştemin yeğeni Burhan Hürsoy kapattı:
– Tarık Bey, sizin Roma’ya gideceğinizi Ankara’da haber aldım, çok memnun oldum. Zamanımızın en mühim adamları hep orada olacak. Nermin Hanım da gitse ne iyi olurdu. Kongrelerde sosyal cepheler her halde mühim rol oynarlar.
Gazeteci, gözleri soyduğu şeftalide, mırıldandı:
– Esasen sosyal tarafından başkası hep lâf, lâf, lâf…
– Siz bu kongrelerin faydasına kani değil misiniz?
– Hayır…
Profesör tekrar konuşmaya başladı:
– Şark milletlerini Garplılaştıracağız diye garipleştirdiler, kökleri koptu, gitti. Esasen bir makine devri medeniyetinin de kökleri çürümüştür. Demokrasi, demokrasi nakaratı… Her siyasî havaya nakarat.
– Sakın komünist olmayasınız?!..
– Komünizm de çürümüş Garp medeniyetinin bir dalından ibaret.
– O halde ırkçı olacaksınız.
– Ne münasebet!.. Hele onun hiç kökü yok. Amerika’da, İngiltere’de ve bizde…
Profesör bir kürsü konuşmasına başlamış gibiydi. Biz teyzemle salonu bıraktık, çekildik. Tarık da çok geçmeden bize iltihak etti. Salondan gelir gelmez gözleriyle beni aradı. Önüme dikildi:
– Dikkat et, Dick çok sulu bir mahlûktur. Ben yokken yakana yapışmasın!
Teyzem güldü:
– Peki, senin Roma’da yakana dişi mahlûkatın yapışmayacağını kim temin edebilir sanki?
– Nermin, benim kimsenin yakasına yapışmayacağımı tecrübe ile bilir.
– Ya onlar senin yakana yapışırlarsa?..
– Elleri yakamda kalırsa silkip atmasını bilirim.
Bunu söylerken gözleri gözlerime dikilmişti.
İkimizin hâfızasında da daktilo Sevim’in kolu Tarık’ın omuzunda, manikürlü eli önündeki kâğıtlara işaret ettiği, o, kafamda “acaba” vızıltısı yaratan sahne canlanmış olduğuna eminim.
Misafirler sonradan epeyce çakırkeyif döndüler. Bilhassa eniştem son derece neşeli idi. Bu akşam âdeta emekli olduğunu unutmuş, kendisine dünya işlerinde söz sahibi bir insan hissi gelmişti.
O gece, Tarık’la ben, sadece aynı yatakta değil, kollarımız birbirimizin boynuna dolanmış olduğu halde sabahladık. Önümüzde ebedî bir ayrılık varmış gibi, hangimizin kolları gevşese, ötekinin kolları sıkışıyor, “Bir anı bile kaybetme!” der gibi yanındakini uyandırıyordu.
Ertesi sabah onunla Haydarpaşa’ya kadar gittim. Ayrılırken, ilk defa herkesin gözü önünde birbirimize sarıldık. Tren uçtu, gitti. Ben vapurda dönerken iki kişi arkamdaki sırada fısıldar gibi konuşuyordu:
– Tarık Bey meğer karısına ne kadar düşkünmüş!
– Herif üç gün sonra uçacak. Havada ne olur, ne olmaz…
Başımı çevirdim. Beni görünce sustular. Birinin Tarık’ın dairesindeki kâtiplerden biri olduğunu anladım.
21
Saçları ağarmaya başlamış orta yaşlı erkek.
5
KIRMIZI KONAK
Tarık’ın hareket ettiği günün gecesi hemen hemen sabaha kadar hiç uyumadım. İçimdeki huzursuzluk, ne yapacağımı bilmemek bana sarih22 bir acıdan, hatta felaketten daha kötü geldi. İçimde evini kaybedip sokak sokak dolaşan, ne yapacağını bilmeyen bir avare çocuk hali vardı.
Acaba Ankara’da kalsam daha iyi mi olurdu? Fakat orada Tarıksız yalnız bir akşam bana aynı hissi verebilirdi. Ankara deyince hâfızamda önce süslü bayanlar, iki dirhem bir çekirdek şık baylar canlandı. Kabul günlerimin haricinde evime gelip bana canyoldaşlığı edecek kim vardı ki… Mamafih hayat, Ankara’da Tarık’la beraber iyi geçmişti. Evimin işleri vardı. Boş vaktimde çok okurdum. Ondan başka da tiyatrosu, bilhassa operası ile insan oyalanıyordu. Sokaklarda da rahat dolaşabiliyordum.
Beraber getirdiğim iki kitabı bitirince acaba eniştemin kütüphanesinde beni oyalayacak romanlar, eserler bulacak mıydım?
Niçin teyzemin evinin işlerine yardım etmeyeyim? Fakat Güzide’nin becerikli elleri, gücü, kuvveti hiçbir yardıma muhtaç olmadan koca evi gül gibi çeviriyordu. Güzide deyince biraz canlandım, o, bütün aile için insana can veren, oyalayan bir mahlûk. Kimbilir bu sokak hakkında bana neler anlatacaktı? Bütün bu evler, sokaktan gelip geçenler, kendi başlarına insanı eğlendiren birbirinden başka birer hayat gösterisi.
Ortalık ağarınca başımdaki lâmbayı söndürdüm. Pencerenin önüne gittim. Sokağa baktım.
Henüz kimse yoktu. Fakat çok geçmeden: “Süüüüüt!” diye hem geldiğini haber vermek isteyen, hem de rahatsız etmek istemeyen ahenkli bir ses duydum.
Biraz sonra, Aksaray tarafından elinde süt güğümü ile perişan bir adam belirdi. Kırmızı konağın kapısında durdu. Zili çalmadan kapı açıldı.
Arkasından yeşil bir bahçe sahnesi belirdi. Ortasında büyücek bir öbek toprağın üstünde renk renk açmış çiçekler, duvarlarını sarıp yükselen sarmaşıklar, aralarında kırmızı, sarı güller, morsalkımlar ve hanımelleri saklı. Arka duvarın tam köşesinde alevden çiçekleriyle muazzam bir nar ağacı gözünüzü, gönlünüzü ısıtıyor…
Konağın iç kapısına iki tarafı mermer merdivenli, gene bir mermer sahanlıktan giriliyor. Üstü kapalı, etrafını asmalar süslemiş. Ortasında henüz söndürülmemiş yeşil bir fener duruyor. Bahçeye bakan tarafında, demir parmaklıkların yeşil yapraklı örtüleri arasında bir genç kız durduğunu tahayyül edebilirsiniz… Çünkü bu yer insana Romeo-Jülyet piyesindeki Jülyet’in kameriyesini hatırlatıyordu.
Huzursuzluğum biraz gider gibi oldu. O gün bu bahçeye gidip Âkile Hanım’la ahbaplık etmeye karar verdim. Âkile Hanım kendisi, elindeki bir kaba sütü boşalttırdı, entarisinin üstündeki iş önlüğünün cebinden para çıkarttı, sütçüye uzattı, kapıyı kapattı, çekildi.
Güzide