Halide Edib Adıvar

Akile Hanım Sokağı


Скачать книгу

bak Tarık, burada bir tek yatak var, ne yapacağız?

      Biz evlendiğimizden beri yan yana iki yatakta yatarız. Ben koyun koyuna yatmaktan hoşlanmam. Tarık da uyku zamanı müstakil olmak isteyen mizaçlardandır. Ben bazan uyumadan evvel, başına elimi koyduğum zaman, yavaşça çeker, elimi öper: “Allah rahatlık versin” der, arkasını dönerdi. Her halde, teyzem de bizim ayrı yatmak âdetimizi biliyordu. Acaba buraya neden tek yatak koymuşlardı? Tarık birdenbire bir bayram günü şevkiyle boynuma sarıldı:

      – Koyun koyuna yatarız, küçükhanım.

      – Asla…

      – O halde bir tekme vurur, beni yere yuvarlarsın. Ben de koltukta uyurum. Haydi, “evet” de bakayım!

      Bu, ne kadar bambaşka bir Tarık! O, benim kadar, belki daha fazla uyku zamanı mahremiyetine düşkündü. Acaba o da, eniştem gibi, uyumadan evvel başını okşatmak falan mı istiyor? Acaba? Hemen işi alaya döktüm:

      – Bu yaştan sonra artık sarmaş dolaş uyuyamayız, Tarık Bey. Haydi, saat on ikiye geliyor.

      Tarık’ın elinden yakaladım, bir yaramaz çocuk gibi eniştemin yazı odasına sürükledim.

      O gün, öğleden sonra Tarık’la yola düzüldük, müzeye gittik. Antikalardan ziyade bahçedeki renk renk çiçeğe, bilhassa lale tarlasının rüzgârda dalgalanmasına gözlerim yapıştı, kaldı. Sonra da, Köprü’den bir vapura binerek Boğaz’a gittik. Kanlıca’da çay içtikten sonra, yemek vakti olan saat sekizde eve dönebildik. İstanbul’un sıfat bulunamayacak kadar hususî olan güzelliğinin içime o günkü kadar sızdığını bilmiyorum. İstanbul’a bir değil, binlerce sıfat verilebilir… Ben bunlardan birini düşünemeyecek kadar kendimden geçmiştim. Boğaz’dan İstanbul’a bakarken âdeta biraz sarhoş gibi idim. Fakat bunda azıcık da Tarık’ın hiçbir zaman bu şekli almayan âşık halinin dahli vardı. Bunun saiki ne idi? Tarık’ta bir sevgili ve daimi arkadaştan ayrılacakmış gibi bir vaziyet, itidalli mizacına hiç uymayan sıcak ve taşkın bir düşkünlük vardı.

      Yemekten sonra eniştem bir hayli siyasî felsefe savurdu. O günün yüksek idare ve siyaset ricaline dair bir sürü lâf ediyor, Tarık bir şey söylemeden dinliyordu. Bir aralık birdenbire sordu:

      – Bu mütalâaları hâtıratınıza koyacak mısınız?

      – Hâtıratım bu güne ait değil ki…

      Tarık güldü:

      – Ne kadar değişirse o kadar eskinin aynıdır.

      – “Eller değişti, yumruk gene o yumruk” demek istiyorsun, Tarık. Fakat ben, imkân nisbetinde şahsî mütalâa karıştırmadan, İstiklâl Mücadelesi’nden evvelki ve o esnadaki müşahedeleri kaydediyorum. Başlangıcı bu küçükhanımın henüz doğmadığı yıllara uzanır.

      Ben kendi kendime, eniştemin hususî hayatından bir şey sokup sokmayacağını düşünüyordum. Hatta, içimden, bir fırsat bulursam bu hâtırata gizlice göz atmaya bile karar vermiştim. Fakat bu mevzuu unutmaya çalışarak teyzeme döndüm:

      – Şu Âkile Hanım Sokağınız hakkında bana biraz malûmat verseniz…

      – Sen onu Güzide’yle konuş. O herkesle ahbaptır. Bütün komşuların sırlarını ezbere bilir.

      – Güzide bana epeyce yaşlanmış gibi geldi.

      – Görünüşte belki… İçindeki enerjinin bir zerresi bile kaybolmamıştır. Hele bizim kiracılar…

      – Sizin kiracılarınız da mı var?

      – Evet, selâmlığı kiraya verdik. Az ücret alıyoruz. Daha fazla, bu koca evde biraz kalabalık istiyoruz. Gündelikçi kadın, onlara da hizmet ettiği için, evlerinde olup bitenleri bizim Güzide’ye anlatır.

      – Ankara’daki gibi gene çok misafir geliyor mu?

      – Ekâbir emekli evine pek gelmez. (Güldü.) Fakat gene de çok misafir geliyor. Eniştenin, bilhassa Amerika’ da ve İngiltere’de tanıdığı bir sürü fikir adamı var. Sonra da eniştenin fikrine çok uyan iki Fransız ilim adamı.

      Eniştem hemen söze karıştı:

      – Malûm ya, İngiltere ve Fransa şimdi emekliye ayrılmış iki millet. İyice uyuşuyoruz.

      Bu defa Tarık da bu mevzu ile alâkalı göründü:

      – Emekliye ayrıldıktan sonra daha verimli ve esaslı hizmet görmek kabildir sanıyorum.

      – Sizin emekli zihniyetini anlayacağınızı sanmıyorum.

      – Neden anlayamayacağız? Benim hizmetim yirmi yıla yaklaştı. Biz artık orta yaşlı olduk.

      – Yooo, Tarık! Otuzu henüz geçmiş kadın bu gün bir genç kız sınıfından sayılıyor. Kadınlar ondan sonra Hanya’yı, Konya’yı idrak ediyor…

      Teyzem gene gülüyordu:

      – Bana bak Tarık, hani Washington’da, Nermin’in mütemadiyen seninle dansını kesen bir Amerikalı genç yok muydu? O, birkaç ay için bilmem ne vesile ile Türkiye’yi tetkike gelmiş, bize sık sık geliyor. Gözünü aç, Nermin çok güzelleşmiş.

      Birinci akşam yalnızdık. Gece on ikiye kadar konuştuk durduk. Ve ilk defa ben kocamla aynı yatakta uyuyabiliyordum. Kafamdaki “Acaba!” vızıltısı tamamen dinmiş gibiydi. Sabahleyin erken kalktık. Kahvaltıda Güzide ile odamızda bir hayli dedikodu yaptıktan sonra Üniversite’ nin bahçesine gidip dolaştık. Sonra Süleymaniye’yi, daha sonra da Ayasofya’yı gezdik. Tarık’ın İstanbul’da kaldığı üç gün zarfında iç yüzünü öğrenmeye karar vermiş olduğum “Âkile Hanım Sokağı” sakinleri ile pek meşgul olmadım.

      İkinci günümüz Adalar’da geçti. Döndüğümüz vakit, Güzide kapıda durmuş, karşıki kiremit renkli kâgir konağın kapısının önünde duran uzun boylu, zayıf bir kadınla, elleriyle işaret ederek konuşuyorlardı. Güzide’nin sesi her zamanki gibi çıngır çıngır, karşıdakinin yavaş, ağır ve kelimeler ağzından tane tane çıkıyor.

      – İşte Ankara’dan gelen misafirlerimiz, Âkile Hanım.

      – Safa geldiler, hoş geldiler.

      Tarık’la ben, karşıda duran kadına başımızla selâm vererek içeriye girdik.

      – İşte bu Âkile Hanım’dı…

      Güzide’nin sesi heyecanlıydı:

      – İşte bütün mahalle ona akıl danışır. Üniversite’den çıkmışları da, dil bilenleri de cebinden çıkartır.

      – Tarık gittikten sonra ben de onunla ahbaplık etmek isterim. Sen beni tanıştır, Güzide.

      – İyi edersin. Bahçelerinde oturur, hava alırsın. Bizim bahçe hem küçük, hem de kiracıların çamaşırlarından rahat yok ki. Tarık Bey, sizi bugün üç defa Ankara’dan aradılar.

      Ben sordum:

      – Kim olduklarını söylemediler mi?

      Güzide cevap vermeden evvel ikimizin yüzünü de süzdü. Nihayet tereddütlü bir sesle, “Hayır…” dedi.

      İşte nihayet İstanbul’da beraber geçireceğimiz son akşam geldi, çattı. Evde, yemekte bir sürü misafir vardı. Bunlar, evvela şu, beni Washington’da mütemadiyen dansa sürükleyen Dick Jones, onun dostu olan bir Amerikalı gazeteci, bir üniversite profesörü, meşhur muharrir Kazım Özlü, bir de Roma sefaretimizin kâtiplerinden aynı zamanda eniştemin yeğeni Burhan Hürsoy idi. O zamana kadar pek az görmüş olduğum bu genç, belki de bu muayyen bir hariciyeli örneğinin ifadesinden başka bir şey değildi. Güzide nefis bir yemek çıkarttı. Şarap buldu, hep