Halide Edib Adıvar

Akile Hanım Sokağı


Скачать книгу

üstüne, tam önüne koyarken güzel elâ gözleri beni süzüyordu. Belki konuştuğumuzu da işitmişti. Her ne ise… Kâğıtları masanın üzerine bıraktıktan sonra da kolunu Tarık’ın omuzundan çekmedi, arada bir, kırmızı boyalı parmağını kâğıdın üzerine uzatıyor, bir noktasına işaret ediyordu. Bu bana biraz gösteriş gibi geldi. On beş yıldır duymadığım bir sızı göğsümde belirdi. Acayip sızı… Aynı zamanda, kafamın içinde şüphe denilen vızıltı… Sevim bana bakmadığı halde, bana nispet ediyor hissini veriyordu.

      Tarık hiç farkına varmamış gibi bidüziye:12

      – Ha, şurası, ha, şu mesele, deyip duruyor, işaret edilen kelimelerin altını çiziyor, Sevim’in bu hareketini tabiî görüyordu. Demek, bu güzel, çıplak kolun omuzuna yapışıp kalmasına alışık! Acaba?

      Biraz sonra:

      – Al, götür, dedi.

      Ancak o an Sevim’in kolu omuzundan kalktı, gitti. Ondan sonra hiç belli etmemesine rağmen Tarık’ın gözlerinde bir sual işaretinin bana çevrildiğini sezer gibi olmuştum. Belki de vehimden ibaret… Acaba?

      Kız odadan çıkınca Tarık ayağa kalktı:

      – Sen şimdi git. Bu meseleyi akşam konuşuruz, dedikten sonra, benimle beraber odadan çıktı, beni merdivene kadar teşyi etti, sonra karşıdaki bir kapıyı açarak içeriye girdi. Odadan kadın sesleri geldiğine göre her halde daktiloların odası olacak.

      O akşam biraz dalgındı İstanbul projemi dinledi.

      – Ben de seninle gelir, teyzeni, enişteni ziyaret ederim.

      – İstanbul’dan mı uçacaksın?

      – Hayır, Ankara’da biraz daha işim var. Döner, iki gün burada kalır, buradan uçarım.

      – Senden başka kimler gidiyor?

      – Birkaç kişi…

      – Kâtip filan yok mu?

      – Henüz bilmiyorum. Döviz meselesi ne kadar sıkı, biliyorsun. Belki de sefaretteki kâtip elemanını kullanırız.

      Kafamdaki vızıltı biraz ara verdi. Gerçi ikide bir tekrar acabalar başgösteriyordu. Ama, İstanbul’a gidinceye kadar henüz evlenmişiz gibi Tarık mütemadiyen benimle meşgul oluyordu. 1955 yılının Eylül’ünde İstanbul’a hareket ettik. Evi, yüksek bir fiyatla üç ay için Amerikalılar’a kiralamıştık.

      5

      Albaydı.

      6

      İncelik, sevecenlik.

      7

      Sezdirirdi, ima ederdi.

      8

      Merakla.

      9

      Katılan.

      10

      Uğurlarken.

      11

      Güney.

      12

      Durmadan.

      3

      İSTANBUL’A GİDİYORUZ

      Ankara Garı’nda Tarık, platformda ayakta durmuş, trenin hareketini bekliyor, ben de trenin penceresinden, yolcularla teşyie gelenler arasındaki konuşmalar, gülüşmelerle meşgul oluyorum. Her halde Tarık o gün İstanbul’a gideceğini kimseye söylememiş olacaktı. Ben de zaten hareket günümü ahbaplara haber vermemiştim. Sade, başkalarını teşyie gelenler arasındaki tanıdıklar pencereye yaklaşıyor; bir iki lâf ediyorduk.

      Garda ışıklar yanmış, akşamın soluk ışığı gece karanlığına girmişti. Harekete artık beş dakika vardı. Tarık’ın bir ayağı trenin merdivenlerinde, bir eli parmaklığı yakalamış, hemen atlamak üzereyken, iki genç adam koşarak gara girdiler, gözleriyle sağı, solu aradıktan sonra Tarık’ın yanına sıçrayarak geldiler. Tavırlarında, iyi haber getirenlerin, “Müjdemi isterim!” diyen hali vardı. Bir tanesi dedi ki:

      – Nihayet muvaffak olduk, Tarık Bey, o işi istediğiniz gibi hallettik.

      Bu müjde onu alâkadar etmemiş, hatta bu haberden kaçar gibi, Tarık trene atlamıştı. Belli etmemeye çalışmakla beraber onlarla bu meseleyi konuşmak istemediği besbelliydi. Vagonun penceresinden elini sallayarak, “Ben üç gün sonra döneceğim, o zaman konuşuruz,” dedi ve kompartımana girdi. Bir tanesi platformdan seslendi:

      – Bilet işi henüz halledilmedi.

      Tarık tekrar pencereden aşağıya eğildi:

      – Hepsini geldiğim zaman hallederiz. Zahmetinize teşekkür ederim. Orövuar.13

      Bu defa kompartmanımıza daldı. El sallamalar, konuşmalar, nihayet sahneden çekilen bir aktör gibi trenin yavaş yavaş süzülerek gardan ayrılışı!

      Tren hızlanıp ilerledikten sonra, elinde çıngırağıyla bir garson, kompartımanların önünde birer birer durup içeridekilere birinci servisin başladığını haber verdi. Bizim kompartımanın kapısına gelince, Tarık, “Yemeklerimizi buraya getirin,” dedi.

      Ben çantalarla meşguldüm:

      – Gidelim, eğleniriz. Hem de garson bizim yataklarımızı rahat rahat hazırlar, dedim.

      Tarık kompartımanın kapısını kapamıştı:

      – Orada bir sürü ukalâ vardır, Nermin. Aralarında benim Roma’ya gittiğimi kıskanan ve tezvir14 yapanlar da olduğunu biliyorum. Seninle biz, şurada başımızı dinleyelim. Yataklar yapılırken koridora çıkarız.

      Bunu söyledikten sonra sigarasını yaktı, ayak ayak üstüne atıp pencerenin önüne yerleşti:

      – Gel yanıma, Nermin. Etrafı seyredelim, biraz da konuşuruz. Beraber geçecek az zamanımız kaldı.

      Sesinde endişe, hatta ıstıraba benzer bir mâna sezdim. Acaba ilk defa bensiz seyahat onu üzüyor mu? Bu defaki acaba hoş ihtimallerle mi dolu? Oturdum, sigaramı yaktım, belli etmeden yüzünü tetkike başladım. Haricen hep o kısa burnu her vakitki gibi kudretli bir buldog kadar iradeli, dudakları mütehakkim,15 hareketsiz, gözleri istediğini bilen ve mutlaka elde eden adamın mânasını taşıyor.

      Kendimi tutamadım. Dedim ki:

      – Genç kâtiplere ne kadar haşin davrandın, Tarık! Anlaşılan seni memnun edecek bir iş başarmışlar ve senden takdir bekliyorlardı. Ne idi o hallettikleri mühim mesele?

      – Ne bileyim, yüz tane mühim mesele var. Tren hareket ederken konuşacak vakit yoktu ki… Bu gençlerden biri benimle gelmek istiyordu. Belki Müsteşar’ın gönlünü etmiş…

      Lâfı kesti, fakat yüzümdeki değişmeyi de anladı:

      – Nermin, ben seni götürmeyi çok isterdim ama, biliyorsun ya bu döviz, hatta dövizden fazla delege karılarının kongrelere gitmeleri çok çirkin dedikodulara yol açıyor. Ben inşaallah bir aydan fazla kalmam.

      – Ben, sen erken gelsen de gene üç ay İstanbul’da kalacağım…

      – Ben evin kira müddeti bitinceye kadar Ankara Palas’ta kalırım, hafta sonları ben de İstanbul’a uçarım, seninle gezer, dolaşırız. Eniştenle ne kadar zamandır baş başa kalamadık.

      Adam yatakları yaparken biz koridora çıkmıştık. Ben pencereden etrafı seyrederken, Tarık kolunu belime dolamış, başı başıma dayalı duruyordu. Bu, onun mizacına uymayan bir hareket; o hiçbir zaman açıkta böyle