ayaklarda dümdüz, terlik biçimi ayakkabılar. Üçü de birbirinden güzel, fakat hiçbiri fingirdek değil, gayet ciddîdirler. Bazan konuşarak, bazan gözleri ufuklarda gelip geçerler. Kendilerine dönüp bakan erkeklerde uyandırdıkları alâkadan hiç haberdar değildirler. Tavırları hiç bir erkeğe sulanmak cesaretini vermez. Yüzlerinde boyadan eser yoktur. Bunlar belki üniversite talebesi, belki de münevver3 aile kızlarıdır.
İşte, boyalı şişman ve zayıf, ancak plajlarda görülecek kadar çıplak kadınlar. İşte, sımsıkı başörtülü, kucağında bir yavru, eteğine yapışmış birkaç yavru daha, koltuğunun altında bir bohça veyahut bir elinde evinin akşam nevalesini yerleştirdiği sepetle geçen bir kadıncağız… İşte, eski İstanbul bakiyesi, yeldirmeli veyahut Anadolu’dan gelmiş çarşaflı, ağzını, burnunu örten bir hatuncağız daha!
Erkeklerin hemen hepsi kolları kısa gömlekli, yakaları açık, belleri kemerli, bazıları sportif ipince gençler, bazıları şişman, karnı dışarıya fırlamış, enseleri okkalı, gözleri fırlak, yeni zamana ayak uydurmaya çalışan yaşları ilerlemiş adamlar. Hiçbirinin başında şapka yoktur.
Bu sokak halkını en çok alâkadar eden, köşedeki karşı karşıya olan konağa gelen misafirlerdir. Bazan hususî arabalarla, bazan taksilerle gelirler. Bunların ekserisi ceketli, boyunbağlı, umumiyetle şapkalıdırlar. Kadınları, yüksek terziler elinden çıkmış şık elbiseli, azametli, sokağa yukarıdan bakan bayanlardır.
Herkes buraya “Âkile Hanım Sokağı” der. Fakat bu isim sokağın başındaki levhada yoktur. Resmî adı “Ahmet Kemal Sokağı”dır. Fakat eski adı olan” Âkile Hanım Sokağı” kimbilir kaç yüz yıldır civar halkın hafızasında yer etmiş olacak ki bir türlü yeni adını benimseyemezler.
Beyazıd Meydanı’na bakan dükkânlar yıkılmadan evvel orada meşhur eski bir bakkal dükkânı vardı. Bir gün, oraya, melon şapkalı, siyah köstümlü bir beyle, lacivert tayyörlü, başında kuş yuvasını andıran avuçiçi kadar bir şapkacık, ellerinde naylon eldivenler ve gösterişli bir çanta ile bir hanım girdi. Kapıda gördükleri küçük bir çırağa sordular:
– Ahmet Kemal Sokağı nerede, gösterir misiniz?
– Burada öyle sokak yoh…
– Canım, Lâleli civarında imiş…
– Bilmeyom…
Hanım kasaya doğru yürüdü. Şişman, kellifelli bir kasadar önündeki hesap görmeye gelmiş müşterilerle meşguldü.
– Efendim, postacılar biliyor da acaba neden burada Ahmet Kemal Sokağı’nı sizin çırağınız bilmiyor? Halbuki bana, sizin dükkândan alışveriş ettiklerini, size sormamı yazmışlardı.
Kasadar bu suale cevap vermedi, başını kaldırarak sordu:
– Kimi arıyorsunuz?
– Eski Belçika Sefiri Samim Akyürek Bey’in evini…
– O sokağı herkes Âkile Hanım Sokağı diye bilir.
– Acaba neden?
Kasadar gene cevap vermedi, fakat kasanın önünde sıra bekleyen uzun boylu bir efendi hemen lafa karıştı:
– Akıllı kadınlar eski günlerde de varmış, Hanımefendi. Bu civarda kaç tane tarihe geçmiş kadın vardır. Şair Fitnat…
Kadın sözünü kesti; kasadar başını kaldırmadan seslendi:
– Ahmet, buraya gel. Sen bugün Samim Bey’in evine su götürecektin. Hemen şimdi götür, Hanımefendi’ye de evi göster.
Samim Bey’in evini arayan eşler, sırtına su damacanasını yüklenerek önlerinde giden çırakla dükkândan çıkıp Âkile Hanım Sokağı’nın yolunu tuttular.
Uzun boylu efendi kasaya yaklaştı:
– Galiba bu civardan olmayacaklar…
Arkadan bir ses:
– Kılıklarından Ankara’dan geldikleri anlaşılıyor.
– Öyle olacak, yoksa “Ahmet Kemal Sokağı”nı sormazlardı.
Artık kasanın başında toplanan müşteriler bu konuyu münakaşaya başlamışlardı:
– Ben tarihte Âkile adlı meşhur bir kadın bilmiyorum.
– Eski İstanbul’un âdetini bilmez misin, a birader? Kalûbelâdan beri4 sokak isimlerini, o civarda dikkati çeken, iyi kötü kendisine mahsus şahsiyeti olan adamlardan alırlardı. Kimbilir, belki bu civarda vaktiyle herkese akıl öğreten bir kadın yaşamıştır.
– Ukalâ desen daha iyi olur. Zaten erkeklere akıl hocalığı etmeyen dişi mahlûk var mıdır ki…
– Eskiden sokak isimlerini biraz da alay tarzında verirlerdi…
– Meselâ Sinekli Bakkal…
– Meselâ Şaşkın Bakkal…
– Meselâ…
Arkada duran bir müşteri sözlerini kesti:
– Eskiden sokağın adı ne idi, bilmem ama, bugün o sokağa o isim çok yaraşıyor. Ben sokağın yanındaki yokuşta otururum. Orada Âkile adlı bir hatun vardır; bütün sokak ondan akıl danışır.
1
Paralel.
2
Eşitlik.
3
Aydın, okumuş.
4
Burada “çok eski zamanlardan beri” anlamında.
2
ANKARA’DAN GELEN EŞLER
Tarık bu defa Roma’da toplanan bir kongreye giderken her nasılsa benim beraber gelmemi istemedi. Halbuki, ta evlendiğimiz günden beri (on beş yılı geçiyor) her yere beraber gitmiştik. Her zaman, “Dil bilen, içtimaî toplantılarda alâka çeken kadın, hariciyeli bir erkek için en büyük nimettir” derdi. Galiba benim bu kararının sebebini sormamı bekledi. Gözlerini bana çevirmeden, yüzünde haricen hiç bir değişme belirmeden bana baktığını, ne tesir hâsıl ettiğini anlamak istediğini ben onun taş gibi hareketsiz duran tavrından anladım. Hiçbir şey söylemedim. O günden beri hem dalgın, hem de sinirli idi. Tavrında güç bir meseleyi hall için en muvafık tarzı arayan, konuşmaktan çekinen ve aynı zamanda huzursuzluk alâmetleri gösteren bir adam hali vardı.
Tarık’la ben, Belçika sefaretinden sonra emekliye ayrılan ve bir devre mebusluk ettikten sonra İstanbul’daki evlerine çekilen eniştemle teyzemin Ankara’daki evlerinde evlenmiştik. Bütün aile esasen İstanbullu olmakla beraber, ta İstiklâl Mücadelesi günlerinden beri Ankara’ya yerleşmişlerdi.
Babam Şark’taki sonsuz ayaklanmalardan birinde şehit olmuştu. Annemi çocukken kaybetmiştim. Ondan sonra teyzem beni yanına almıştı. Hiç çocukları olmadığı için onları ana, baba bilirim. Babam, annem öldükten sonra hiç evlenmemişti. Hayatı, daima uzak ve hudut bölgelerinde geçen, tehlikeli sahnelerde mühim rol oynamış, hakikî eski Osmanlı ruhunu taşıyan bir miralaydı.5 İki vazife arasında Ankara’ya geldiği zaman teyzeme misafir olur, beni görürdü. Ben eniştemi baba telâkki etmeye alışmış olduğumdan, babam bana seyrek gördüğüm bir amca gibi gelirdi.
Beni nadiren kucağına alırdı. Fakat gözleri uzaktan –şimdi anladığım– garip bir hasretle beni takip eder, hemen hiç konuşmazdı. Üniformasının parlak düğmelerine bayılırdım, sırf onlar için arada bir kucağına tırmanırdım. Her