Halide Edib Adıvar

Akile Hanım Sokağı


Скачать книгу

kalmayacak,” derdi.

      Ben de haşin bir çocuk gayzıyla, “Ben senin değil, Samim Bey’in kızıyım,” der, bizi o yarı müstehzi ve zarif tebessümüyle seyreden eniştemin kucağına atılır, kollarımı boynuna dolardım.

      Çok geçmeden babam benim hayat sahnemden çekildi, gitti. Şahadet haberi geldiği zaman teyzemin ağladığını, beni bağrına bastığını, eniştemin biraz kısılan bir sesle, “Nermin artık tamamen bizim çocuğumuz,” dediğini hatırlıyorum.

      Ben de, çocukların bazan en hassasında görülen bir katılıkla, “Düğmelerini gönderdi mi?” demiştim.

      Eniştemle teyzemin hiç çocukları olmamıştı. Bana karşı hakiki bir baba ve ana mesuliyeti hissederlerdi. Beni iyi yetiştirmek için ellerinden gelen her fedakârlığı yapmışlardı. Bana Türkçe’den başka İngilizce ve Fransızca hocaları tuttular, beni büyük bir itina ile büyüttüler. Çocukluk senelerimde, eniştemin muhtelif sefirlikleri esnasında beni Ankara’da Keçiören’deki evlerinde, teyzemin kaynanasının yanında bir mürebbiyenin eline bırakarak giderlerdi. Fakat on yaşına bastıktan sonra eniştem Washington’a sefir olunca beni de Amerika’ya götürdüler. Bu yüzden İngilizcem çok kuvvetlendi.

      Washington’dan, en fazla hafızamda yer tutan şeylerden biri, oranın nehir kıyısındaki kiraz ağaçları ve teyzemin hastalanarak İstanbul’a gittiği sene eniştemin gösterdiği hassasiyetti. Bu ayrılık onun içine işlemişti. Tavrındaki sükûn ve soğukkanlılığa, durup dinlenmeyen fikir faaliyetine rağmen tuhaf bir çocuk tarafı vardı. Teyzem yanında olmayınca mı nedir, bir türlü uyuyamaz, beni uykuya dalıncaya kadar başında bekletir, konuşturur, ben de o uyuyunca ayaklarımın ucuna basarak odadan çıkardım.

      Bu konuşmalar arasında kendisi döner dolaşır, teyzemin üstünde dururdu. Teyzemin, benim hiç gözüme çarpmayan hususiyetlerinden bahseder, bazan lafı alaya döker ve yüzünde içine gizlenmiş bir rikkat,6 bir bağlılık olduğunu ihsas ederdi.7 Başucundaki yeşil abajurlu lambanın ışığında yüzünü, garip bir tecessüsle8 seyreder dururdum. Bıyıklar tıraşlı, dudaklar yalnız uykuya dalarken gevşeyen iki ince ve kısık, renksiz hat, burun azametli ve uzun, kaşlar ipince, kafa kocaman, alın geniş… İnsanda hürmet ve biraz çekinmek hissi yaratan bir baş!

      Uzun ve ince vücudu yorganın altında uyku anı yaklaşınca biraz gevşer, fakat bu an pek çabuk gelmez; kendi kendisine, bazan da hiddetle, “Sanki neden İstanbul’a gitti, burada doktor yok muydu… İnat, inat,” diye homurdanır, sonra gene, “Elini başıma koy, Neriman, elin teyzenin eli gibi,” diye mırıldanır, sonra birdenbire gevşer, gözlerini kapardı.

      Teyzemi aradığını sadece yattığı zaman hisseder ve kendi kendime, erkeklerin karılarını yalnız yatakta istediklerini düşünürdüm. Gündüzleri hep dolu idi. Çay zamanları ve akşamları –eğer bir yere davetli değilse– evde daima bir sürü misafir vardı. Bunların arasında hariciye mensuplarından başka münevver, muharrir ve sanatkâr sınıfından olanlar da bulunurdu.

      Ben bu yıllarda misafirlerin yanına girmemekle beraber, sefareti saran telaş ve heyecan bana da sirayet ederdi. Bana ders veren Miss Melon adında bir Amerikalı hoca ile Amerikan tarihini ve edebiyatını okurken, odamızın altındaki salondan yükselen seslere ikimiz de kulak verirdik.

      Hocam, galiba gelir gelmez, aşağıda Butler’i yakalar, ondan misafirlerin kimler olduğunu öğrenirdi. Çünkü dersin ortasında birdenbire bir İngiliz muharririnin, bir meşhur Hintli’nin, bir Fransız veya İtalyan romancısının ismini zikrederdi. Fakat kendisi yerli olduğu için, Amerikalı misafirlerle hiç alâkadar değildi.

      Bir aralık eniştem, iki ay izinle İstanbul’a gidip teyzemi getirmek için çalışıyordu. Akşam yemeklerinde eğer yalnız olur da beni sofrasına çağırırsa, yarı hiddetli, yarı heyecanlı, “Bu defa ne derse desin onu sürükleyip getireceğim,” diyordu.

      Gene bu aralık sefarete intisap eden9 bir genç kâtiple eniştem çok alâkadar oluyordu. Umumiyetle sefaret mensuplarıyla konuşurken, bütün nezaketine rağmen biraz yukarıdan baktığı hissini veren eniştem ona tamamen bir arkadaş, hatta fikrine ehemmiyet verdiği kendi mevkiinde bir insanmış gibi muamele ediyordu. Kendi bulunmadığı zaman, mühim meseleleri ona havale etmeye karar vermiş olduğunu anlamıştım. Çünkü yalnız yemek yediğimiz akşamlar ekseri o da gelir, yemek esnasında benim aklımın eremeyeceği bir takım işler konuşurlardı. Fakat benim onu bundan evvel ilk defa tanımam şöyle oldu:

      İstanbul’a hareketten epeyce evvel, eniştem sefirler şerefine bir kokteyl parti tertip etmiş, ben de ilk defa sefaretin resmî partisinde bulunmuştum. Eniştem bana, “Sen evin kızı sıfatıyla misafirlerle meşgul olacaksın, Nermin, Miss Melon da yanında bulunacak, sana yardım edecek,” demişti.

      Fakat ben kendi başına bambaşka bir âlem olan konuşmaları, tavırları bana biraz gösteriş gibi gelen toplantıdan biraz sıkılmıştım. Eniştemin beni “yeğenim” diye takdim ettiği adamlarla ne konuşacağımı bilemiyordum. Bir sürü süslü, gösterişli kadınlar da vardı. Eniştem bu birbirine benzeyen veya benzemeyen her misafire karşı kendine mahsus bir tavır alıyordu. Halbuki ben saklanmak için delik arayan bir hayvan yavrusu idim. Ellerim soğuk, ter içinde, nereye bakacağımı kestiremiyor, davetlilerin sefarette ilk defa gördükleri bu Türk kızına alâkaları beni bütün bütün şaşırtıyordu. Bereket versin, Miss Melon imdadıma yetişiyor, kendisini takdim ediyor, uzun uzun konuşuyordu.

      Kabul salonunun yanındaki büyük odada orkestra harekete geçmiş, dans başlamıştı. Biraz ötede bir genç alayı gözleriyle dansa davet edecekleri kadınları seçiyorlardı. Birdenbire arka taraftan bir adam yanıma geldi, eğildi, beni dansa davet etti ve hemen yakalayıp dans salonuna geçirdi. Bıyıkları kısa kesilmiş, siyah gözleri keskin, burnu kısa biraz buldogvâri, orta boylu, iyi giyinmiş, yakışıklı bir adamdı. Tavrı serbest, anlaşılan cemiyet hayatının bütün teferruatına aşina, kendinden emin bir gençti. Mamafih, genç derken tereddüt ediyorum, çünkü yaşı her halde ileri olmamasına rağmen o kadar görmüş geçirmiş, o kadar olgun, o kadar hareketlerinde tereddütsüzdü ki…

      Ben onu evvela Amerikalı sanmıştım. Fakat dans salonuna geçip de beni bir tüy imişim gibi kollarının arasında çevirirken kulağıma eğildi, Türkçe olarak, “Enişteniz yakında İstanbul’a giderse siz burada mı kalacaksınız?” dedi.

      Sonra ben sualine cevap vermeden kendi kendisini takdim etti. Sefarete yeni intisap eden Tarık Tamar adlı kâtip olduğunu söyledi.

      Kendi dilimi konuşan ve aynı zamanda samimî ve tabiî bir tavır alan bu adama kendimi o kadar yakın hissetmiştim ki, sıkılmadan ben de konuşmaya başlamıştım. Fakat çok sürmeden sarışın, uzun bir Amerikalı genç, dansı kesmiş, beni yakalamış, sağa, sola çevirmeye başlamıştı.

      Tarık, işte bu akşamdan sonra bizde yalnız olduğumuz akşamlar yemek yiyordu. Fakat bu ilk tesadüfteki alâkayı, yakınlığı hiç göstermiyordu. Esasen hep eniştemle benim pek aklımın ermeyeceği meseleler konuşuyorlardı. Lakırdı arasında gözleri bana tesadüf ederse bir boş duvara bakıyormuş, beni hiç görmüyormuş gibiydi. Bazan sabahları da geliyor, eniştemin odasında çalışırken, eniştem beni çağırıyor, kütüphanesinden bazı kitaplar istiyordu. Bazan da onlara, bir tepsi üstünde içecek bir şey götürüyordum. Çünkü bu nevi çalışmalarda eniştem garsonun odaya girmesini istemiyordu. Fakat Tarık nezaketle elimden tepsiyi alıyor, beni görünce daima eğilerek selâm veriyor, fakat hiç konuşmuyordu.

      Eniştem İstanbul’a teyzemi getirmek için gittiği zaman, Miss Melon da beni New York’a götürmüştü. Tabiî o esnada Tarık’ı hiç görmemiştim.

      Washington’a döndüğü zaman, resmî ve hususî bütün toplantılarımızda teyzem hâkimdi. İngilizcesi pek kuvvetli olmadığı için beni daima