Halide Edib Adıvar

Akile Hanım Sokağı


Скачать книгу

kendimi kaptırmış gibi idim.

      Eniştemle henüz bir dans bitirmiştim ki kapının önünde teyzem, Tarık da yanında ayakta durmuş, bana yanına gelmemi işaretle bildirmişti. Her zaman sakin görünen Tarık’ın halinde bir heyecan sezer gibi oldum.

      Teyzem, “Bu dansı Tarık’la yaptıktan sonra seninle konuşmak istiyorum,” dedi.

      Dans başlayınca Tarık bir iki defa beni çevirdikten sonra kolumdan tuttu, büfeye âdeta sürükledi.

      – Size mühim bir şey söyleyeceğim, Nermin Hanım.

      – Hayrola!

      – Ben sizi teyzenizden istedim. Benimle evlenir misiniz?

      – Çok ani bir teklif. Nereden aklınıza geldi, diye güldüm.

      – Öyle, öyle ama, enişteniz yakında Washington’dan ayrılıyor. Ben Başkâtip olarak kalacağım. Ankara’da sizi isteyen çok olacaktır. Fırsatı kaybetmek istemiyorum.

      Hayretle yüzüne baktım. O zamana kadar taştan dökülmüş gibi duran kısa burnunda, kesik bıyıklarının altındaki kalın dudaklarında garip bir titreme vardı. Gözlerine baktım. O siyah, parlak ışıklar, fırça gibi sık kaşlarının altında birer siyah alev gibi parlıyordu. Şaşırdım.

      – Müsaade edin de bir defa teyzemle konuşayım.

      Kolumu tuttu, sıktı.

      – Beni seviyor musunuz?

      – Siz beni seviyor musunuz?

      – Öyle olmasa size talip olur muydum?

      – Peki ama ben sizi Miss Melon’un yeğeni Edith’e vurgun sanıyordum.

      – Vurgunluğun binbir şekli vardır, küçükhanım. Evlenmek sadece vurgunlukla olamaz, bütün bir hayat içindir. Bütün bir ömrü beraber, el ele geçirmek sadece vurgunluktan daha çok derin şeylere bağlıdır.

      O zamana kadar bana karşı aşka benzer bir his göstermeyen Tarık’a benim içimden zaman zaman gelip geçen alâkanın mahiyeti hakkında düşündüm durdum. Evet, Tarık’la evlenmemiz öyle romanlara geçecek bir sevda macerası ile olmadı. Evlenmek kararı on günde alındı. Eniştemle teyzem benimle on sekiz yaşında bir kız değil, otuzu geçkin bir kadın imişim gibi konuştular. Bir kızın en romantik hadisesi olması tabiî gibi görünen evlenmek, bana âdeta dinî ve kutsal bir hadise gibi aşılandı.

      Başımı önüme eğip “peki!” dediğim zaman Tarık’tan aşk sahneleri beklemedim. İstanbul’a hareket etmeden on gün evvel, sefarette bir nişan merasimi yapıldı. Nikâhımız ve düğünümüz Ankara’da olacaktı. Biz Washington’dan ayrıldıktan sonra, Tarık bunun için iki ay izin alıp gelecekti. Washington’daki bu on gün zarfında, iki nişanlı olarak yalnız dolaştığımız zaman, bütün aşk gösterisi, sinemada elimi tutmak –o da karanlık olduğu için– arada bir de veda ederken yanaklarımdan öpmek oldu. Bazan da kolunu belime dolardı. Halbuki ben, bir erkek dudaklarının bir kızın dudaklarına ilk defa dokunduğu zaman –Amerikan romanlarında tarif edilen– insanı kendinden geçiren harikulâde hissi öyle merak ediyordum ki… Garda bizi teşyi ederken10 de iki yanaklarımdan öptü. Fakat ne onda, ne de bende fevkalâde bir heyecan yoktu. Halbuki, bizi uğurlamaya gelenler arasında, danslarda beni daima başkalarının –bilhassa Tarık’ın– kollarından kapıp alan o sarışın Amerikalı genç, öyle bir iştiyakla bana bakıyordu ki, bir an için âdeta dudaklarını dudaklarımda hisseder gibi olmuştum.

      Eniştemle teyzem Ankara’da, Keçiören’deki evlerinde bize bir daire döşediler. Tarık gelir gelmez düğünümüz, nikâhla beraber yapıldı. Merasim hayli şatafatlı idi.

      Eniştem çok geçmeden Belçika’ya Sefir, Tarık da İngiltere Sefareti’ne Başkâtip oldu.

      On beş sene en iyi geçinen, birbirine arkadaş ve dost, birbirine güvenen bir çift gibi yaşadık. Ne kavga, ne gürültü oldu. Hatta ateşli münakaşalar bile bu devirde kendisini göstermemiştir. Fakat ne de olsa ateşi eksik bir münasebetti. Mamafih, herkesin gıpta ile bahsettiği bir evlilik hayatı!

      Ben, memlekette veya hariçte, iyi giyinen, davetleri sakin fakat muntazam, etrafını da, evini de iyi idare eden bir kadın diye tanındım. Teyzemin bir nevi kopyası… Fakat Tarık’ın eniştemin kopyası olduğunu söylemek katiyyen mümkün değildi.

      Daha evvel, bir aralık Tarık Cenubî11 Amerika’da uzun müddet Müsteşar olduğu zamanlar, gene muayyen bir yerde değil, fakat memleket harici, birbirini takip eden, kısa veya uzun süren kongrelere beni daima götürürdü. Bensiz Avrupa’ya gidemeyeceğini daima tekrar ederdi. Hatta bir defasında gebe olduğum halde beni zorla götürdü. Bereket versin, çocuk dört aylıkken düştü, bir daha da çocuğumuz olmadı. Galiba bir taraftan ideal, öbür taraftan ateşi eksik münasebet bilhassa bereketsiz oluyor. Tarık’ta da çocuklara düşkünlük yoktu. Gerçi ben ana olmak isterdim ama bu dopdolu hayatta Tarık’ın mütemadiyen nüfus çoğalmasından dünyanın düştüğü tehlikeli vaziyetten bahsetmesinden dolayı olacak, bu analık arzusu içimde gizli kaldı.

      Bütün bu on beş senelik hayatımızda Tarık bana tek defa kıskanmak fırsatını vermedi. Bütün kadınlara nazik davranır, lâzım gelen ölçülü komplimanları yapar, fakat hiçbirine, hatta en güzeline, kendisine sulanan en aşüftesine bile zaaf gösterdiğine şahit olmamıştım. O kadar ki, Ankara sosyetesinde bayanlar kocalarının kâtip ve daktilo kadınlara düşkünlüklerinden şikâyet ederken ben gülerek dinlerdim. Hatta bazan acı dahi olsa, kıskançlık hissini tecrübe etmek istediğimi söylediğim zaman ahbaplarım bir ağızdan beni haşlar veyahut yapmacık yaptığımı iddia ederlerdi. Yalnız bu defa Roma’ya giderken beni götürmek istememesi bana garip geldi. Acaba!

      İşte bu acaba, beni bir gün, bir bahane bularak, Tarık’ın dairesine sevketti. Kapıdan içeriye ayak atar atmaz gözlerim dişi mahlûkat, bilhassa daktilolar arıyordu. Her odaya bir tanesi girip çıkıyor, ortalıkta vızır vızır dolaşıyorlardı. Hemen hepsine güzel ve genç denilebilirdi. Bilhassa bir tanesi bana sosyetemizin süslü hanım sınıfının en güzide âzası olabilecek kadar makyajı da, kılığı kıyafeti de kusursuz göründü.

      Tarık odasında, masasının başında oturmuş, kâğıt imza edip duruyordu. Dairesine ilk defa gittiğim için biraz hayret etmesi lâzımdı. Fakat onun, o siyah gözlerinin arkasından geçenleri keşfetmek mümkün değildir ki… Niçin geldiğimi sormasını bekledim, sormadı.

      – Tarık, ben bugün içimde verdiğim bir kararı sana söylemeye geldim.

      Güldü:

      – Akşam söyleyemez miydin?

      – Geldiğime kusur mu ettim?

      – Yooook!.. Söyle bakayım.

      Elinde kalem, gözlerini “Haydi, diyeceğini de…” der gibi bir hali vardı.

      Ben bir şey söylemeden karşısındaki koltuğa oturdum, bir sigara yaktım:

      – Sen Roma’da iken ben İstanbul’a gidip teyzemde kalmaya karar verdim.

      – Bunu konuştuk zannediyordum. Birkaç gün kalır, gelirsin.

      – Hayır, sen dönünceye kadar İstanbul’da kalacağım.

      – Niçin?

      – Artık Ankara sosyetesinde benim için bir yenilik yok. İstanbul’un bir arka sokağındaki konak hayatını merak ediyorum. Üç yıldır Lâleli’nin o sokağındaki evlerini ziyaret etmedim.

      Tarık gözlerini kaldırdı, beni ilk defa görüyormuş gibi gözden geçirdi:

      – Sen henüz genç ve güzelsin, ben yokken davetlerde flört yapar, eğlenirsin. Burada kal!

      Gene bir acaba…

      – Kıskanmaz