Halide Edib Adıvar

Akile Hanım Sokağı


Скачать книгу

parası olmayan bir tekaüt,24 komşu hanımlara neden aylık veriyor acaba? Elimizdeki son şey Şişli’deki dükkân ve Fatih’teki ev. Onları da satacaksın gibi geliyor bana. Bu sırrı mutlak öğrenmek isterim, yoksa…

      Teyzemin sesi yükseliyordu. Yıllar yılı onun böyle konuştuğunu işitmemiştim. İçimi bir korku aldı. Onların arasında da mı bir “acaba” vızıltısı var? Fakat benimkinden daha mühim.

      Bu defa eniştemin de sesi biraz kısık yükseldi:

      – Rica ederim, kavga etmeyelim. Hem de Nermin’in burada olduğu zaman ayıp olur.

      Bir sandalye çekildi. Eniştem sofradan fırlamıştı. Ben de derhal ayaklarımın ucuna basarak mutfağa indim.

      Güzide mutfağın rafına bir tahta koymuş, üstünde hamur açıyordu.

      Arkası kapıya dönük olduğu halde kimin geldiğini hemen anlamıştı:

      – Sana sarılıburma yapıyorum, hani sen Washington’da arada bir bana “kırmalı hamur isterim” der dururdun. O sarı Amerikalı da buna bayılıyor…

      – Sen eniştemin kahvesini unutmuşsun!

      – Hay Allah…

      Oklavayı attı, elini kafasına vurdu. Gazocağına koştu.

      – Gülbeyaz senin nen, Güzide?

      – Teyze Hanım gene onu mu tutturdu? Aman ne hasis! Fakir bir talebeye enişten yardım edecek diye aklı başından gidiyor. Şükür halimize…

      – Peki ama senin onunla münasebetin ne oluyor?

      Güzide’nin garip bir hususiyeti vardır. Umumiyetle çenesi makine gibi işlemeye bahane arar. Fakat cevap vermek istemediği bir sual sorulursa taş kesilir. Ne bir ses, ne bir akis duyarsınız.

      İşte bu suale böyle mukabele etti. Kahve tepsisini tek lâf etmeden aldı, gitti.

      Ben, mutfakta epeyce onun dönmesini bekledim. Nihayet yavaş yavaş odama çıktım. Yatağımı yapıyordu. Şilteyi öyle bir dövüyordu ki, bir can düşmanından hınç alıyormuş hali vardı. Pat pat sesleri ta sofadan duyuluyordu.

      Ben odaya girince bir şey söylemedi. Ben de dolabı açtım, mantomu aldım, giydim.

      – Ben kırmızı konağa gidiyorum. Acaba daha evvel haber vermek lâzım mı?

      – Kapıyı çalar, girersin.

      Fazla konuşmama meydan vermemek için odadan çıktı.

      22

      Belli.

      23

      Belirsiz.

      24

      Emekli.

      6

      AHBAPLIK BAŞLIYOR

      Sokağı geçerken Gülbeyaz, Âkile Hanım kadar merak ettiğim bir insan oluvermişti. Bahçeye girer girmez, Jülyet’in kameriyesi diye düşündüğüm sahanlıkta bir güzel kızın, bizim eve baktığını, şimdilik bir ihtiyar Romeo mevkiindeki eniştemi gözleriyle aradığını göreceğim sandım. Mamafih, Âkile Hanım denilen sual işareti, hiç olmazsa orada geçirdiğim saatte Gülbeyaz muammasını bana unutturdu.

      Kapıyı Âkile Hanım açtı. Bir elinde ucu karşıki duvardaki bir musluğa geçirilmiş lâstik, ağzında sigarası, bahçede âdeta morfin alan bir insanın her şeyi unutan şevkiyle çalışıyordu.

      – Safa geldiniz. Bizim bahçenin en güzel vakti.

      İçerden bana uzun bir bahçe sandalyesi getirdi. Beni nar ağacının altına oturttu.

      Kendisi lâstiği tekrar eline aldı, bir taraftan bahçenin duvarlarına, ortasındaki bir çiçek sergisi gibi duran çiçeklerle dolu kümbete, hatta bazan havaya bile su sıkıyordu. O kadar sakin, fakat renkli ve güzellik modeli bir köşe ki…

      – Hava sıcak bugün… Paltonuzu çıkarmaz mısınız?

      Şimdi kendisi de yanıma bir iskemle getirmiş, ağzında sigarası, kırk senelik ahbapmış gibi bir alışkanlıkla konuşuyor. Lâkırdı icadına uğraşmıyor. Bazan susuyor, gözleri sevgili bir simayı seyreder gibi ortadaki çiçeklere tebessüm ediyor, bana isimlerini söylüyordu. Bu, benim için bir botanik dersi gibi… O kadar az çiçek adı bilirim ki…

      Âkile Hanım’ın ne uzun, ne kadına, ne de erkeğe benzeyen bir vücudu vardı. Fakat en fazla dikkati çeken yüzü idi. Gözlerim takıldı kaldı. Yüzü de uzun, ipince, şakakları basık fakat sadece kemik ve deriden olan bu baş size zayıf tesiri yapmıyordu. Ağzı ufacık, kendisine mahsus bir tebessümü daima muhafaza ediyor. İnce dudaklarının etrafındaki ve küçük gözlerinin uçlarındaki buruşukların ihtiyarlıkla münasebeti olamayan bir ifadesi vardı. Adeta hayata hem gülerek, hem de biraz şaşarak bakan, bu hayat sahnelerini bir beyaz perde üstünde uçuşan hayaller gibi seyreden bir hali vardı.

      Benim onda en çok hoşuma giden şey tabiî bir şekilde susabilen tarafı idi. Siz bir şey sormazsanız, onun da söyleyecek bir şeyi yoksa susmasını bilen nadir bir insandı. Onda beni şaşırtan şey de ilk defa görmüş olduğu halde, tecessüse benzer bir his göstermemesi idi. Lâf benim suallerimle açıldı, uzun uzun konuştu. Hayatının bir safhasını açarken karakterinin de bir tarafının perdesini tutup kaldırıyordu. Fakat bir ucunu görebildiğiniz bu hayat sahnesinin hem geniş, hem de bütün perde kalksa dahi fark edemeyeceğiniz iç tarafları olduğunu seziyordunuz.

      – Kimbilir, kaç yıldan beri bu konaktasınız?

      Gözleri parladı. Önüne seriliveren bir ziyafet sofrası karşısında, masaya serilmiş olan nefis yemeklerin hangisini seçebileceğini düşünen, âdeta içten içe ağzını şapırdatan bir mâna yüzünü sardı. Biraz düşündükten sonra, galiba en göze çarpanını seçti ve söze başladı:

      – Sayısını unutacak kadar uzun yıllar… Rahmetli Beyefendi, Hanım’ı kaybettikten sonra beni hiç bırakmadı.

      Eliyle ikinci katta, salon olması lâzım gelen bir odayı işaret etti:

      – Zamanın başta gelen ekâbiri sık sık, akşamları burada toplanırlardı. Ben de onlar dağılıncaya kadar, işte şuradaki taş sofada oturur beklerdim. Kahve, çay, limonata sık sık hazırlanır, gider, Cafer Ağa, arkasında bir efendi kostümü ile mütemadiyen merdivenlerden iner çıkardı. Bazan nısfılleylden25 üç saat sonraya kadar o kibar sohbetleri devam ederdi. Onlar gittikten sonra, Beyefendi yatıncaya kadar ben hizmetine bakar, sonra aşağı inerdim. Fakat Beyefendi kaçta yatarsa yatsın saat sekizde ayakta idi. Bazan bu gecelerde bütün mahalleye akseden saz ve şarkı sesleri de duyulurdu. Nurda yatsın! Hey gidi günler hey…

      – Kimbilir kimler gelirdi?

      Abdülhamid devrinin, benim adını bile işitmediğim bazı eski sadrazamlarını, İttihat ve Terakki’nin tarihe geçmiş birkaç simasını saydıktan sonra, bütün zaman için tarihimizde yaşayacak büyük şair ve muharrirlerden de birkaç isim zikretti.26 Gözleri tamamen maziye çevrilmişti. İşin garip tarafı, tıpkı o rahmetliler gibi en temiz bir Tanzimat Türkçesi konuşuyordu. Okumak, yazmak bilmediği söylenen bu kadının, bu üslûbu bu kadar benimsemiş olması mucize gibi bir şeydi.

      – Sizin Rumelili olduğunuzu söylemişlerdi. Şivenizden hiç hissedilmiyor…

      – Evet, Varnalıyım, fakat çocukken İstanbul’a geldik. Babam burada memurdu, bütün ömrüm burada geçti.

      – Hiç gitmediniz mi bir daha?

      Birdenbire, Âkile Hanım’ın hayat sahnesinin perdesinin başka bir ucu kalktı. Bu defa, mazisinin en yüksek sosyetesinin nâzımı