Gülsoy Murat

602. Gece


Скачать книгу

“Yorgunluğun Edebiyatı”5 adlı makalesinde Barth, artık XIX. yüzyılın temsil yöntemlerinden beslenen geleneksel edebiyat tekniklerinin (realizmin) kullanıla kullanıla tükenmiş (yorulmuş) olduğunu söyler. Joyce, Kafka, Beckett ve Borges gibi modernist yazarların yapıtlarınınsa heyecan vermeyi sürdürdüğünü, ortamlararası (intermedia, mixed media) sanatın ümit vaat ettiğini savunur. Postmodern edebiyatın manifestosu olarak kabul edilen bu makalenin bir yerinde Barth, sözü tekrar en sevdiği yazar olan Borges’e getirir. Hem de yazımın girişinde alıntıladığım 602. Gece meselesinden söz açarak… Şehrazat’ın bu büyülü gecede Binbir Gece Masalları’nın çerçeve hikâyesini anlatmaya başladığını, ortaya çıkan sonsuz metnin Şehrazat’ın hayatını kurtardığını büyük bir zevkle Borges’ten aktarır. Ancak Barth bir parantez açıp bütün bunları Borges’in uydurduğundan kuşkulandığını; çünkü bildiği hiçbir versiyonunda böyle bir gece olmadığını ama Binbir Gece Masalları’nın belki de Borges’in “Tlön, Ukbar, Orbis Tertius” öyküsündeki ansiklopedi gibi olduğunu, dolayısıyla arada sırada kitabı kontrol etmek gerektiğini şakacı bir üslupla ekler! O halde meseleyi kapanmış sayabilirdim: Evet, bilinen hiçbir Binbir Gece Masalları çevirisinde böyle bir büyülü sonsuzluğa düşüş durumu yoktu. Zaten gerçek dünyada böyle bir şeyin olması mümkün değildi. Ama içimdeki huzursuzluk bir türlü dinmek bilmiyordu.

      Çünkü Borges, yukarıda sözünü ettiğim yazısında böyle bir metnin varlığından söz etmekle kalmıyor, makalesinde savunduğu sonsuzluğa düşme meselesinin en iyi örneği olarak gösteriyordu 602. Gece’yi. Gerçi Borges her zaman olmayan, hatta olması imkânsız kitaplardan, kitaplıklardan, haritalardan, ülkelerden ve insanlardan söz ederdi. Tıpkı “Tlön, Ukbar, Orbis Tertius” öyküsünde sözünü ettiği Britannica cildi gibi. Ama o türden düşünce deneyleri öykü olarak kurmaca yapıtları arasında okura sunuluyor ve biz okurlardan anlatılanların kurmaca olduğunu akılda tutarak okumamız bekleniyordu. Son dönemde artık bayağı bir klişe halini almış olan “kurmaca ile gerçekliğin sınırlarında” gezinen metinlerdir bunlar. Ama yine de, son kertede bunların kurmaca olduğunu biliriz. Örneğin, sonsuz bir mekâna yayılan, rafları tüm harf kombinasyonlarının oluşturduğu kitaplarla dolu fantastik bir kütüphanenin anlatıldığı “Babil Kitaplığı” gibi bir Borges öyküsünü bir düşünce deneyi olarak okuruz. Bilimcilerin sıklıkla kullandığı bir yöntem olan düşünce deneyleri gerçekleştirilmesi çok güç ya da imkânsız birtakım durumları varsayımsal olarak gündeme getirip tartışmaya olanak tanır… Modernist edebiyat bu türden düşünce deneyleriyle doludur, hatta birçok bilimkurgu ve fantastik edebiyat yapıtı bu bağlamda incelenebilir.6 Bunlara alışıktım. Dediğim gibi Borges’i keşfettiğim seksenli yıllarda bu yöntemi zevkle benimsemiştim ve edebiyata ilişkin bakış açım başka bir yörüngeye oturmuştu. Ama bu sefer, ters giden bir şeyler vardı. İçimde çalan alarm zilleri bir tek ismi fısıldıyordu: Sokal.

      Özellikle postmodernlik tartışmalarında birçoklarına göre kilit bir isimdir Alan Sokal. Hatırlamakta yarar var: New York Üniversitesi’nde fizik profesörü olan Alan Sokal, 1996 yılında tamamen keyfî ve spekülatif savlarla dolu bir makale kaleme aldı.7 Bu savları bilimsel jargonla süslemekle kalmadı, aynı zamanda bilimsel kaydırmalarla dönemin ruhuna uygun bir hale getirdi. Sokal bu makaleyi, Duke Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlanan postmodern kültürel çalışmalar dergisi Social Text’e gönderdi. Yazı, hakem incelemesinden geçirilmeden yayımlandı. Eşzamanlı olarak Sokal, başka bir dergide8 yazının içeriğinin tamamen uydurma olduğunu açıklayan; postmodern sosyal bilimcilerin yazıları yayımlarken uzman görüşüne ihtiyaç duymadıklarını çünkü yazıların kimin tarafından yazıldığına ve içeriklerinin kendi dünya görüşlerine yakın bir his verip vermemesine baktıklarını savunan bir yazı yayımladı.9 Tabii büyük tepkiler aldı. Kimileri onu etik dışı davranmakla suçladı kimi sosyal bilimciler de Sokal’a destek verdiler. Bence işin ilginç yanı, bu tuhaf yazı bilimsel bir makale olarak değil de postmodern söylemin parodisi olarak yayımlansaydı gerçekten de zevkle okunabilirdi.

      Postmodern düşünürlerin anlaşılması zor ama havalı üsluplarıyla dalga geçmek için bilgisayar programları bile yazıldı. Örneğin, Postmodern Yazı Üreteci adı verilen bir program her tuşa bastığınızda karşınıza “postmodern” bir metin getirmektedir. Dilbilgisel açıdan hatasız, kullandığı üslup ve terminolojinin etkisiyle çok önemli bir şeylerden söz ettiği hissi uyandıran ama aslında hiçbir anlamı olmayan makaleler.10 Bu sayfaya en son girdiğimde karşıma çıkan başlıklardan bazıları şöyleydi: Sosyal Realizmi Yeniden İcat Etmek: Stone’un Çalışmalarında Diyalektik Öncesi Kuram; Anlatısallık Türü: Yapısalcılıköncesi Kapitalist Kuram, Rasyonalizm ve Diyalektik Ataerkillik; Kapitalizm ve Mutabakatın Kültüröncesi Paradigması… Tabii bu türden tepkilerin bizatihi kendilerini de eleştirmek mümkün. Çünkü anlaşılmadığı iddia edilen metinleri kimin anlamadığı da ayrı bir sorundur. Çizgi dışı denemelerin üzerini kolayca çizmek çarçabuk bir entelektüel düşmanlığına evrilebilir. Kimi postmodern akademisyenlerin kerameti kendinden menkul felsefelerini pazarlamak için bilim jargonunu yağmalamalarına karşı çok önemli bir çıkış olarak değerlendirilebilecek Sokal vakasının aklıma gelmesi belki de Borges’e bir parça haksızlık. Çünkü Borges ne bir felsefeci olarak ortaya çıktı ne de bir bilimci olarak.

      602. Gece meselesiyle okurunu baştan çıkaran Borges’in yazısında aslında en az o gece kadar tuhaf ama gerçek başka örnekler olması kafaları karıştırıyor. Zaten o örneklerin gerçek oluşlarıydı beni de inandıran. Yazısının başında sonsuzluk fikriyle (deneyimi mi demeli acaba) ilk karşılaşma ânını anlatıyor Borges: Büyük bir bisküvi kutusunun üzerindeki Japon resminin bir köşesinde yine bu bisküvi kutusunun resmi vardır. Yani resmin içinde o resmin küçük bir versiyonu daha bulunmaktadır. O küçük bisküvi kutusunun üzerindeki resmin içinde de daha küçük bir bisküvi kutusu resmi ve onun içinde de bir başka kutu… Elbette, baskı tekniğinin el verdiği ölçüde bu resim içinde resim devam ettirilebilir bir oyundur. Bir Hollanda kakao markası olan Droste’nin kutularının üzerindeki resimde bu türden bir iç içe geçme kullanıldığı için bu tarz oyunlar Droste etkisi olarak da bilinir. Borges’in sözünü ettiği bisküvi kutusunun üzerindeki Japon resmi de böyle bir Droste oyunu olmalıydı.

      

      İlk kez 1904 yılında kullanılmaya başlanan Droste kutusundaki

      mise en abyme

      (sonsuza düşüş).

      Borges için sonsuzluğun bir temsiliyle, hatta bırakın temsili bizzat kendisiyle karşılaşmadır bu. Büyülendiğini, böyle bir şeyin nasıl olabileceğini sorguladığını anlatıyor; ardından da resim-içinde-resim-içinde-resim… sonsuzluğundan sonra karşılaştığı harita-içinde-harita-içinde-harita… sonsuzluğundan söz ediyor. Yazının ilerleyen satırlarında da bu olguyu farklı sanatlardan örneklerle ele alıyor. Velázquez’in Nedimeler (Las Meninas) tablosundan, 602. Gece’den (beni de o anda tavlıyor) ve Hamlet’ten söz ediyor. Hamlet’in kendi hikâyesinin bir benzerini tiyatroda sahneletmesinin oyun içinde oyun motifinin bu türden bir sonsuzluk hissi yarattığını söylüyor. Aslında bunları ilk (ve tek) söyleyen Borges değil. André Gide 1893’te şöyle yazmış:

      Bir sanat yapıtında, karakterler düzeyinde, yapıtın bizzat kendi konusuyla yer değiştirdiğini görmeyi severim. Hiçbir şey yapıtın tamamını daha iyi gözler önüne sermez ya da yapıtı daha iyi aydınlatmaz. Memling’in ya da Quentin Massys’in resimlerinde, küçük karanlık dışbükey bir ayna resmetme eyleminin gerçekleştiği odanın içini bu şekilde yansıtır. Azıcık farklı bir biçimde de olsa Velázquez’in Nedimeler’inde olduğu gibi. Son olarak da, edebiyatta, Hamlet’te bir