Gülsoy Murat

602. Gece


Скачать книгу

sergi açıyorlardı.

      

      1937’de Münih’te açılan Yoz Sanat (

      Entartete Kunst

      ) Sergisi’nin kitapçığının kapağı. Primitif sanat da soyut, nonfigüratif, gerçeküstü, dadacı ve diğer modernist arayışlar gibi yoz sanat olarak aşağılanıyordu.

      

      1938’de Düsseldorf’taki Yoz Müzik (

      Entartete Musik

      ) Gösterisi’nin ilanı. Bu afişte en az üç Alman ruhuna aykırı unsur bir arada kullanılmış: Zenci bir müzisyen göğsünde Yahudi yıldızı taşıyarak caz yapıyor.

      

      Nazilere göre Alman ruhunu yansıtan doğru sanat yapıtlarının sergilendiği Büyük Alman Sanatı Sergisi’ nin afişi, Münih, 1937. Roma İmparatorluğu’nun askerî simgelerini özenle yeniden kurgulayan Naziler partilerine simge olarak ne yazık ki

      svastika

      ’yı (gamalı haç) seçmişlerdir. Sanskritçede “iyi olmak” kelimelerinin birleşiminden oluşan

      svastika

      antik bir simgedir. Ancak kendilerine Ari köken arayan Nazilerin Alman okültizminden (Thule Tarikatı) devşirdikleri bu simge, o günden bu yana faşizmin alametifarikası olmuştur.

      

      1937’de Münih’te açılan Yoz Sanat (

      Entartete Kunst

      ) Sergisi. Duvarlarda modernist sanatı aşağılayan sloganlar yazılıdır.

      Modernist sanata düşmanlık Nazi Almanya’sıyla sınırlı değildir. Belki en sert ve sistematik olanı Nazi Almanya’sında yaşandı ama en az onlar kadar sistematik bir şekilde modernist sanata cephe almış olan bir başka sistem de Sovyet Rusya’da yaşanıyordu. Sosyalist gerçekçiliğin resmî sanat anlayışı olarak ilan edilmiş olduğu Sovyetler’de de modernist sanat tüm diğer muhalif görüşler gibi yasaktı. 1950’lerin sonuna kadar Sovyet sanatı yabancı etkilerden korunmaya çalışılmış, modernist sanata geçit verilmemiş ve sosyalist gerçekçilik titizlikle uygulanmıştı. Sanatçılar kimi zaman sürgüne gönderiliyordu. Ünlü Bolşevik lider Jdanov bizzat yeni bir sanat anlayışının oturtulması için uğraşmış ve sosyalist sanatçıların izlemeleri gereken ilkeler Jdanov’culuk olarak benimsenmişti. Bilimsellik iddiasında olan Jdanov’culuğa göre sanat yapıtı basit, doğrudan olmalı ve mutlaka ahlaki bir mesaj barındırmalıydı. Jdanov’a göre Sovyet sisteminde ana çelişki ancak iyiyle en iyi arasında olabilirdi. Bugünden bakınca çok ciddiye alınabilir gibi durmayan bu görüş resmî sanat anlayışı olarak çok geniş bir coğrafyayı çok uzun süre etkilemiştir. Örneğin, Çin Halk Cumhuriyeti’nde 1966’da gerçekleştirilen Kültür Devrimi sırasında dört “eski”ye karşı savaş açılmıştı: eski gelenekler, eski alışkanlıklar, eski kültür ve eski düşünceler. Bu devrim sırasında birçok tapınak, tarihî eser tahrip edilmiş, liberal burjuva değerlerle de savaşıldığı için Shakespeare, Ibsen gibi yazarların eserleri de yok edilmişti. Şehirlerde yaşayan genç entelektüeller kırsal bölgelerde çalışmaya gönderilmiş, yine binlerce kitap yakılmıştı.

      Aslında tüm totaliter rejimlerin istediği aynı şeydir: Muhalif, eleştirel, farklı düşünceleri bastırmak ve hatta mümkünse yok etmek. Sadece kurulu düzenin nimetlerinden söz eden bir edebiyat, mevcut dünyanın tek seçenek olduğunu anlatan bir sanat… Farklılık, bireysellik ve deneysellik bu nedenle totaliter iktidarlarca ve muhafazakârlar tarafından her zaman lanetlenmiştir. Modernist sanat ve edebiyat ise radikal bireycilik demektir. Kendinden önceki geleneklere başkaldırmak, putları kıra kıra yeni bir dünyaya doğru yürümek demektir. Oysa yeni kurulmakta olan devletlerin en son ihtiyacı olan şey eleştiridir; yöneticilerin kalplerinde yatan uysal bir sanat, uslu bir edebiyattır, yani örnek alınacak olumlu kahramanları konu edinen romanlar yazılması teşvik edilecektir (örneğin Sovyetler’de).

      Sovyetler’deki “olumlu kahramanlar” öğretisini çok da olumlamayan ama modernist edebiyata karşı eleştirel gerçekçilik ve toplumcu gerçekçilik yaklaşımlarının kuramını yapan Lukács yoz burjuva sanatının ancak bir çöküş edebiyatı olabileceğini; dekadan sanatçının insanın gerçek doğasını yani toplumsallığını anlayamayacağını; onu çaresiz, yalnız, çevresindeki olaylara anlam veremeyen bir zavallı olarak çizeceğini söyler. Buna karşın Marksist sanatçı, toplumun gerçek dinamiklerini ortaya koyan ve geniş emekçi kitleler tarafından kolayca anlaşılacak eserler vermelidir.25 Aslında önerdiği temsil biçimi, XIX. yüzyıl realizmidir. Ona göre Balzac ve Dickens gibi yazarların eserlerinde yansıtılan toplumsal panorama toplumsal eleştiriyi mümkün kılar; üstelik Marx ve Engels de zamanında bu yazarları severek okumuş ve övmüşlerdir! Muhalif ve deneysel tiyatronun en etkili isimlerinden biri olan Brecht ile Lukács’ın yolları da bu noktada ayrılır ve Brecht, Lukács’ı bağnazlıkla suçlar. Kapitalizmin en etkili eleştirilerini oyunlarında farklı anlatım biçimlerini deneyerek ortaya koyan Brecht’in oyunlarının Sovyetler’de yıllarca yasak olması da bir tür kara komedi olarak tarihteki yerini almıştır.

      Modernist edebiyat ve sanat anlayışının temelinde yeni algılama, düşünme ve anlatma biçimlerini arayış olduğunu; modernist sanatçının yapıtını oluştururken yaşadığı deneyime özel bir önem verdiğini; ancak yeni bir dünyanın mümkün olduğuna dair iyimserliğin sanayileşmenin ve modernleşmenin doğurduğu felaketler sonrasında kötümserliğe dönüştüğünü; bu yüzden de kötülüğün ve çirkinliğin, saçmanın ve akıldışının sanatın merkezine yaklaştığını söylemek çok da fazla indirgemeci olmaz. Birçoklarına göre modernist sanatın bitiş tarihi26 Holocaust’un gün ışığına çıktığı zamana denk gelir. Auschwitz toplama kamplarının ortaya çıkarılmasıyla birlikte insanlık vicdanının aldığı yarayı en güzel Adorno’nun sorusu anlatır: “Auschwitz’den sonra şiir yazmak mümkün mü?” Üstelik Auschwitz’de yaşananlar dünya üzerinde ne ilkti ne de son oldu. Ancak bu soykırımın sistematik yapısı ve modern dünyanın araçlarının ve kurumlarının eliyle yürütülmesi bir kez daha endüstrileşme sonrası modernleşme projelerine duyulan güvenin sarsılmasına neden oldu. İki dünya savaşı ve soykırımın yarattığı hayal kırıklığı öylesine büyüktü ki modernliğe duyulan öfke modernizmi mahkûm ederek modernist sanatın da gözden düşmesine neden oldu. Sonuçta nazizm de, Sovyet deneyimi de modernliğin aldığı farklı biçimlerden başka bir şey değildi. Modern sanat tüm bunlar karşısında yenik düşmüştü. Yaşanan travmanın etkisi elbette sanatla sınırlı kalmadı. Modernizm ilerlemeyle barbarlıktan kurtulunacağını vaat ediyordu. Oysa tam tersi olmuştu, barbarlık steril ve organize bir hal almıştı. İşte modernliğin ürünleri olan nazizm ve dünya savaşları ortadaydı. İnsanlar şu sorunun yanıtını bulamıyorlardı: Böylesine gelişkin bir uygarlık, böylesine incelmiş bir kültür nasıl olur da böylesine büyük bir barbarlık üretebilmişti? Üstelik bilimcilerin bu süreçteki rolü hiç de azımsanmayacak kadar önemliydi. Birçoğu gönüllü olarak bu süreçte rol almış, savaş endüstrisinin kilit noktalarında görev yapmış; insanlar üzerinde yapılan korkunç deneyleri tasarlayıp gerçekleştirmişti. Ayrıca kapitalizm de mutluluk değil dünyanın her yerinde yıkım getiriyordu. Dolayısıyla modernizmin sert eleştirisi bu dünya görüşünün arkasında yatan bilim motifini de hedefliyor, bilimin hakikati bulmakta yetersiz (hatta çoğu zaman yanlış) bir araç olduğunu söylüyordu. Hatta bu eleştiri (elbette başka birçok felsefi akımla birleşerek) yüzyıl sonunda yukarıda Sokal’ın eleştirisini