ve deneyleri tarihsel olarak belli bir dönem gözden düşmüş olsa da XX. yüzyılın ikinci yarısında kendini yenilemiş olarak geri döndü. İlk dönem modernist metinler gibi anlaşılmaz da değildi artık. Tıpkı Nedimeler gibi realist bir teknikle dünyayı temsil ediyor gibi yapan bu eserlerde olay örgüsü, dil ve diğer anlatım araçları anlaşılır kalıplardaymış gibi görünüyor ancak ortaya çıkan yapıtlar yine Nedimeler’de olduğu gibi çok farklı düzlemlerde felsefi ve psikolojik açılımlar getiriyordu. XX. yüzyılın başlarındaki modernist edebiyatla daha sonraki yıllarda ortaya çıkmış olan (postmodern de denilen) deneysel edebiyat arasında kıyaslamalar yapabilmek için modernizmin nasıl algılandığına daha yakından bakmak gerekir.
Arnolfini Portresi
, Jan van Eyck, 1434 (
Arnolfini Evliliği
ya da
Arnolfini ve Karısı
diye de bilinir). Duvarda asılı duran dışbükey ayna, Arnolfini ve karısını arkadan gösterir. Bizim (izleyicinin) bulunduğumuz yerde de iki kişi vardır. Resimdeki ayrıntılar inanılmaz bir gerçekçilikle resmedilmiştir. Örneğin, dışbükey aynanın kenar süslemelerinde İsa’nın çilesini anlatan küçük resimler vardır. Aynanın üzerinde ressamın imzası duvar boyasının üzerindeki bir çatlak gibi resmedilmiştir.
Tanpınar’ın modernist edebiyatla ilişkisini ele aldığı konuşmasının başında Orhan Pamuk “modern”, “modernlik” ve “modernizm” kavramlarından ne anladığını özetler:
Yaşadığımız çağ kendi anlamını arar, kendi geçmişine bakarak irdeler ve tarif ederken bilimde ve sanatlarda oluşan bazı yenilikleri tayin edici özellikler olarak gördü. Bu özellikleri, bu yenilikleri bizim yeni bir çağa, döneme –her ne derseniz deyin– girdiğimizin işaretleri ve belirtileri olarak anlamak istedi. Geçmişten, bilim, teknoloji ve sanatlar aracılığıyla şu veya bu şekilde kopmuştuk. Bu kopuşun, yeniliklerin tümünün daha çok olumlu bir şekilde karşılanan bir ışıltısı, vaat ettiği bir heyecan vardı. Yaşadığımız bugün ya da yakın zamanla ilişkilendirilen bu heyecanın ve yeniliğin kaynağına Latinceden Fransızca aracılığıyla dünyaya yayılan bir kelimeyle “modern” dendi.
Bu bağlamda kelimenin en geniş anlamıyla son yüzyılların ürünü ve insan yapısı her şeyin modern olduğu söylenebilir. Benim şimdi konuştuğum bu mikrofon, üzerimdeki kıyafet, sizin burada bir edebiyat toplantısı için toplanmış olmanız, odamızın kapısı, penceresi, şu çakmak, bu gözlüğüm, aşağı yukarı her şey bu anlamda “modern”dir. Bütün bu şeylerin, kurumların ve bunların uzantısı bir dilin kendi aralarında oluşturduğu duruma da “modernlik” diyoruz. Hepimiz şu veya bu şekilde modernliğin parçalarıyız.
Ama bu, bizlerin birer modernist olduğumuz anlamına gelmez. Kelimenin yaygın kullanışıyla böyle olabilmemiz için modern olan şeylere, modern yöntemlere, yollara özel bir sevgimiz, olumlu bir yaklaşımımız, modern olanı tutarlı bir şekilde benimsememiz gerekir.
Edebiyatta modernizmden ise, bu sözünü ettiğim kavramların işaret ettiğinden bambaşka bir şeyi, sınırlı bir edebiyat akımını anlıyorum.18
Konuşmanın devamında edebiyatta modernizmin yazarlarını ve temel özelliklerini özetleyen Pamuk, modernist edebiyatın geleneksel realist akımların kurduğu temsiliyet ilişkisini koparması üzerinde durarak bizde gerçek anlamda modernist edebiyatın hiç olmadığına güçlü bir dayanak sunar. Ardından da Tanpınar’ın hiçbir zaman bir modernist sayılamayacağını iddia eder. Bu konuyu ayrıca tartışmak gerekir kuşkusuz.
Modernist edebiyat tarihin belli bir döneminde ortaya çıkmış ve birçoklarına göre İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte sona ermiş bir akımdır. Benim katıldığım yaklaşımsa, modernist edebiyatın şekil değiştirerek günümüze kadar geldiği ve bundan sonra da devam edeceği yönündedir.
Temsil meselesinden başlayalım. Geleneksel realist edebiyat yapıtları söz konusu olduğunda, yazılı metnin bizim duyularımızı uyandırarak zihnimize dünyanın bir temsilini –elbette yazarın yeteneği ölçüsünde– yansıttığı düşünülürdü. Bunun böyle olduğunu yazarının yanı sıra okur da varsayardı. Okur-yazar arasındaki yazılı olmayan anlaşma gereği, yazar dışarıdaki dünyayı yazılı metin aracılığıyla okurun zihnine yansıtırdı. Dolayısıyla edebiyat, dünyayı kavramanın, anlamanın yollarından biriydi. Romanın işaret ettiği gerçekler okuru aydınlatırdı. Bu son cümledeki “işaret etmek”, “gerçekler” ve “aydınlatmak” kavramları bir süre sonra tartışılmaya başlandı. Tartışmalar yeni arayışları gündeme getirdi. Realizm, romantizm, natüralizm gibi yaklaşımların varabilecekleri sınırlara dayandığı XIX. yüzyılın sonlarında edebiyatın kendi içine dönmesiyle, kendi üzerine kapanmasıyla, kendi üzerine düşünmesiyle anlatım biçimlerinin, anlatı yapılarının asıl mesele haline gelmesiyle yeni bir döneme girilmiş oldu.19 Elbette 1870-1930 (hatta 1945) arasındaki dönemde edebiyatın geçirdiği dönüşüm kendi iç dinamikleriyle açıklanamayacak kadar karmaşıktır. Bilim ve teknikteki gelişmelere koşut olarak toplumsal yaşamın sekülerleşmesi, geleneksel olandan kopuş ve gelişmeye duyulan inanç edebiyatta yeni arayışların itici kuvveti oldu. Dünyayı en iyi şekilde yansıttığı düşünülen edebiyat artık kendi başına dünyayı kuran bir etkinlik olarak algılanmaya başlandı. Edebî eser, elbette dünyayla bir ilişki içindeydi ama bu yüksek entelektüel etkinlik dünyaya şekil veren bir güce sahipti artık. Her tür deneyselliğin kutsandığı bu dönemin üslup özelliklerini özetlemeye çalışmak aslında birçok şeyi gözden kaçırmaya ve hak etmediği ölçüde basitleştirmeye neden olacaktır. Bu konuda dikkatli davranmak gerekir. Çünkü modernist sanat, ilk günlerinden bu yana, popülist kışkırtıcıların yönlendirdiği faşizan saldırıların hedefi olmuştur.
“Modernist edebiyat ve sanat zordur, deneyseldir, yenilikçidir, seçkincidir.” En azından yaygın inanç bu yöndedir. Modernist sanat hakkındaki bu görüşler artık klişeleşmiştir ve çoğu zaman bu türden sanatın ve sanatçıların gözden düşürülmesi için kullanılır. Oysa modernist sanat anlayışının insanlık tarihine yaptığı katkılar belki de hiçbir dönemin sanatının yapamadığı kadar kalıcı izler bırakmıştır.
Modernist edebiyat kendinden önceki realist akımlardan radikal çizgilerle ayrılır. Realist anlatım biçimlerinde dünyanın temsili bir yansıma ilişkisi içindedir.20 Realist roman adeta sokakta dolaşmaya çıkarılmış bir aynadır. Oysa modernist edebiyatta dünyanın (nesnelerin, olayların ve kişilerin) karakterler üzerinde bıraktığı izlenimler tasvir edilir; ya da olayların tetiklediği içsel süreçlerin dışavurumları anlatılır. Dilin dünyayı doğrudan temsil iddiası tehdit altındadır, sürekli sorgulanır. Özellikle bilinç ve bilinçdışı süreçlerin algılar ve düşünce üzerindeki etkisi ele alınır; dünyanın betimlenmesinin bilinçten bağımsız olmadığı vurgulanarak temsil bir kriz haline getirilir.
Temsilin kriz haline gelmesi aslında tüm sanatın yeniden ele alınması, yeni anlatım araçlarının denenmesi, deneyselciliğin her alana yayılması ve sanatın üretim sürecinin sanatın konusu haline gelmesi anlamını taşır. Bir başka deyişle, sanat sanatı irdelemek için kullanılır. Bu cümleyi şu şekilde yeniden kurmak da mümkündür: Sanat, entelektüel etkinliği araştıran bir ortam olarak kullanılır. Daha önceden dünyayı anlamak için kullanılan sanatın temsil krizi (yani artık yazılan romanın yaşadığımız dünyanın gerçeklerini anlatabilme özelliğine duyulan inancın kaybı) sanatları kendi üzerine düşünmeye, kendi üzerinde deneyler yapmaya götürmüştür. Her yeni sanatsal deneyin insan zihni ve bilişi hakkında bize yeni şeyler söyleyeceğine