Gülsoy Murat

602. Gece


Скачать книгу

bugünkü şeklini vermiş şu isimleri saymazlık edemezsiniz: Virginia Woolf, T. S. Eliot, Gertrude Stein, Ezra Pound, James Joyce, William Faulkner, J. L. Borges, Franz Kafka, Robert Musil, Joseph Conrad, W. B. Yeats, F. Scott Fitzgerald, Luigi Pirandello, D. H. Lawrence, Katherine Mansfield, Jaroslav Hašek, Samuel Beckett, Marcel Proust, Mihail Bulgakov, Robert Frost, Thomas Bernhard… Tabii bu listeleri kimlerin hazırladığı da çok şeyi değiştirebiliyor. Örneğin Proust’tan Borges’e modernist yazarların bilimle ilişkilerini irdelediği kitabının son bölümünde Thiher, postmodern edebiyat diye bir şeyin olup olmadığına son derece kuşkuyla yaklaştığını; çünkü akademik yapıtlarda bu konuda bir tutarlılık olmadığını söylüyor.27 Verdiği örnek de çok çarpıcı: 1996’da yayımlanan The Oxford Guide to Contemporary Writing adlı akademik çalışmaya bakılacak olursa, çağdaş Amerikan edebiyatı Truman Capote’nin 1965’te yayımlanan Soğukkanlılıkla adlı romanıyla başlıyor ve sadece suç işleyen zihinlerle ilgileniyor; bu akademik başvuru kaynağı; Joyce, Kafka ve Beckett’in izinden giden birçok Amerikan yazarını yok sayıyor.

      Modernist edebiyat elbette sadece Avrupa’da değil tüm dünyada etkili oldu. Latin Amerika büyülü gerçekçiliğinde de izlerini bulmak mümkün, Türk edebiyatında da… Gerçi Türk edebiyatında modernist eğilimlerin ne ölçüde belirleyici olduğunu anlamak da çok kolay değil çünkü Türk edebiyatı henüz kendi tarihi üzerine çok da bütünlüklü ve kapsamlı bir bilgi üretmiş değil.28 Ancak ben kendi okuma çizgimdeki yazarlara ve eserlere baktığımda Türk edebiyatında modernist çizgilerin hiç de azımsanmayacak bir ağırlığı olduğunu söyleyebilirim. Nâzım Hikmet’ten başlayarak, Garip şiiri, İkinci Yeni, Sait Faik, Yusuf Atılgan, Haldun Taner, Leyla Erbil, Feyyaz Kayacan, Nazlı Eray, Bilge Karasu, Sevim Burak, Oğuz Atay ve daha birçoklarının adı sayılabilir. Tabii burada farklı görüşler de öne sürülebilir. Bu yazarlara modernist denemeyeceği çünkü “modernist” kavramının bir farkındalık içerdiğini, yani o yazarların modernist edebiyat tekniklerini kullanmanın ötesinde bir dünya görüşü olarak da modernizmi savunmuş olmaları ya da en azından kendilerini modernist edebiyat içinde tanımlamış olmalarının gerekliliği savunulabilir. Bunun en açık örneği Nâzım Hikmet’tir. Bir dönem fütürizmden etkilenen şairin kullandığı biçimler ve yaptığı edebî deneyler tam da dönemin ruhuna uygun modernist çizgiler içeriyordu. Ama Nâzım Hikmet’in algılanışında vurgu hep siyasi kimliğinde oldu. Ondan söz edilirken elbette modern Türk şairi denildi ama modern terimi çağdaş anlamında kullanıldı. Gerçi bu terimin kullanımında çeşitli tutarsızlıklar olduğunu da söylemeli: Uzunca bir dönem hem Türkiye’de hem dünyada modernist sanat yerine modern sanat denildi, modern olan modernist olanla özdeş tutuldu. Çağdaş olan moderndi, dolayısıyla modernistti. Tabii bu özdeşlik belli bir dönem için geçerliydi. Ama o dönemlerden kalan bir alışkanlıkla, insanlar yeni ve anlamakta güçlük çektikleri her şeye modern demeye başladılar, şimdi de bu görevi postmodern sıfatı üstlenmiş görünüyor. Kestirmeden bir sonuca ulaşmak çok mümkün değil tabii. Belki de kim modernist kim değil diye sınıflandırmaya çalışmak yerine modernist edebiyatçıları birleştiren temel çizgilerin neler olduğuna bakmak daha anlamlı olacaktır.

      Modernist yazma biçiminin en önemli tekniklerinden biri bilinçakışıdır.29 Bu anlatım biçiminde yazar, doğrudan doğruya hikâye kişisinin zihninin içinden anlatır. Çoğu zaman amaç hikâye kişisinin aklından geçenleri gerçeğine en yakın şekilde anlatabilmektir. Tabii bu yine, “Nasıl düşünüyoruz?”, “Aklımız nasıl çalışıyor?” gibi bilişsel psikolojinin ve felsefenin uğraştığı akıl/zihin meselelerini gündeme getirir. Daha önce de değindiğim gibi, modernist sanatın temel meselelerinden biri insan aklının nasıl çalıştığını çözmektir. Ânındalık, otomatik yazı gibi deneysel arayışlardan bilinçakışı tekniği, çok etkili olmuş, yaygın kullanılan anlatım biçimleri arasında yerini almıştır. Çünkü sadece hikâye kişisinin gerçekliğini artırmakla kalmaz, kişisel deneyime okurun çok daha doğrudan katılabilmesine olanak tanır, belirli bir bakış açısından dünyanın nasıl göründüğünü çok daha derinden ifade edebildiği için okurun kendi bakış açısını sorgulamasına yol açar. O nedenle de yazarların hemen ilgisini çekmiş ve çeşitlemeleri üzerine çalışılmıştır. Örneğin noktalama işaretlerini kullanmaksızın üretilen bilinçakışı metinleri bazen okunması biraz güç ama başka türlü ifadesi mümkün olmayan duygu ve düşüncelerin anlatımına aracılık etmiştir. Tabii bilinçakışının radikal hallerinin okunması oldukça güçtür. Bu güçlük anlatımı zedeleyebilir. Böyle durumlarda yazarların stratejisi yarı-bilinçakışı diyebileceğimiz bir tür iç monolog kullanmaktır. İç monolog aslında tiyatrodan bildiğimiz bir kavramdır, oyuncunun sahnede düşüncelerini izleyicinin duyabileceği şekilde seslendirmesidir. Cümleler düzgün ve anlaşılırdır. Ama düşüncelerin ve duyguların akışı gerçekte olduğu gibi kimi zaman çağrışımsal kimi zaman doğrudan kimi zaman kesintilidir. Bizde bunun en güzel örneklerini Oğuz Atay, Sevim Burak, Leyla Erbil vermiştir. İşte Leyla Erbil’den bir bilinçakışı/iç monolog örneği:

      Öldün! Öldün ha! Şimdi ben ne yapayım?.. Bir memur ölüsünün karısı?.. Daha gencim, güzelim de, kolay mı?.. Sevgilim! Birbirini incitmeden geçinmiş kaç karıkoca vardır şu dünyada!.. Sararmış incir yapraklı, çakıltaşlı, elektronik beyinli, buzullu, göllü, uçak alanlı daha çok varlıklılar için, katır yollu yoksullara, Hotel Sheraton’lu, Astoria’lı dana kıyması yiyilenli dünyada! Neden öldün Asım? Tanrım, şu incir çekirdeği doldurmayan mutluluğu çok mu gördün bana? Eşim! Yoldaşım!! (Çenesini de bağlamalı.) Onca geçimsiz çiftler varken, varken onca dişilerle erkekler, erkeklerle erkekler, dişilerle dişiler… Örneğin Süheyl ile Mahmure, Prenses Nurhan’la sallabaş kocası Mahmut, Rahim’le Rahime. Tanrım onları alsaydın ya şu pırıl pırıl patlıcanları yarattığın dünyamızdan, dağ koylarındaki katırtırnaklarını, kıyılara üşüşen kuğuları pembe boyalı. (Kırk metre uzunluğunda on metre genişliğinde bir alay olmalı, bir yıl boyanmamalı.) Ne istedin benim tatlı dilli, güleç gözlü erkek organımdan? (En sevdikleri: karnıyarık, makarna.) Bayım benim bayım; B, A ve Y. Bayım benim bak bana, yakıştı ölmek sana, bak bak Martı’na Martı’n yaaa Martı’n! Martı’sının Boris Alekseyeviç Trigorin’i seni! (Tabutunu hemen ısmarlarım.) Denizim benim, yazlık evim; üç ay geçirdiğim içinde, tiyatrom, plaklarım, gel şöyle bana, yaslan arkana, gel, hah şöyle! Yaslan yaslan yastığımıza, ben de seni ölü sandım. Milena’nın Kafkası! (Çıfıt seni.)30

      Henüz ölmüş kocasının yanında ona hitaben “konuşan” bir kadın anlatıcı var öyküde. Ya da ilk bakışta, yüzeyde görünen kurgu bu. Aslında kocanın ölmüş olduğunu fark ettiği an bir çeşit deliliğe kapılan, karmaşık düşüncelere dalan kadının bilinçakışını izliyoruz. Düşüncelerinde kocasına hitaben “konuşuyor” hatta daha derininde aldığı kararlar da var (onları da parantez içinde belirtiyor) ve kahkahalar, söylenmeler, kimi hareketlerin betimlenmesi… Önemli olan, kadının aklının içini duymamız, belki de kimseye hiç söylemediği, söyleyemediği şeyleri aklından nasıl geçirdiğini görmemizdir. Tabii, Erbil’i önemli kılan sadece kullandığı modernist teknikler değildir (ki bu konuda son derece avangard olduğunu belirtmeli, kendine özgü imla işaretleri kullanmaya kadar vardırmıştır dil arayışlarını). Ele aldığı konular ve ele alış biçimi o güne kadar rastlanmadık biçimde cesurdur, her tür “biz” söylemini kırarak bireyin iç dünyasını radikal bir şekilde ortaya koyar.

      Modernist edebiyat elbette bilinçakışıyla sınırlı değil. Oyunlar, açık uçlu finaller, mecazların alışılmadık kullanımı, dilde yeni arayışlar, başka metinlere göndermeler hep modernist edebiyatla özdeşleştirilmiştir. Tüm bu özellikleri bünyesinde topladığı için Tutunamayanlar’ın edebiyatımızdaki yeri çok ayrıdır. Yazıldığı