yeni açılmış bir küçük hayvan gibi çevreyi şaşkın ve hayran bakışlarla insanı ve insan olmayanı ayırmadan incelemeye başladım ve kalemi iğne uçlu mürekkepli kalemi ve resim kâğıdını alarak kırlara açıldım ve eskiden kurşunkalemle çalıştığım zamanlardan yani tarihten önce çizgilerimdeki kararsızlık yüzünden kâğıdı sonsuz çizgilerle silip tekrar çizdiğim çizgilerle silgi izleriyle kararttığım halde doğrudan doğruya çini mürekkeple çalışmaya başladım hiç silmeden seçtiğim ağaçları evleri gökyüzünü yolları otları.
Oğuz Atay devasa eseri Tutunamayanlar’la ortaya çıktığında –tam bir klişe olacak ama kaçınmayalım çünkü doğru– edebiyat ortamı bu tür bir romana henüz hazır değildi. Ne Oğuz Atay’ın modernist biçim arayışlarına ne de insanın (hem aydınların hem de toplumun) yüzüne çevirdiği aynaya bakmaya. Yukarıda alıntıladığım ve artık örneklerine sıklıkla rastladığımız bilinçakışı tekniğinin yanı sıra farklı söylemler inşa ederek, her söylemle beraber bir “biz” algısının, kimliğinin ya da bu “biz”e bağlı/karşı olarak bir “ben”in nasıl inşa edildiğini göstermeye çalışıyordu. Elbette bu inşa süreci açıkça gözler önünde gerçekleştiği için aynı zamanda bir yıkım sürecine dönüşüyordu. Destan, kutsal kitap, resmî evrak, ansiklopedi gibi farklı dil ortamlarının içinden akıp giden anlatı yoğun bir ironiyle okurun elinden o güne dek alışık olduğu tüm tutunacak sağlam dalları alıyor, üzerine bastığı güvenli ideolojik toprağı sarsıyordu. Elbette bu dayanılır bir şey değildi. Hele ki realizmin, toplumcu estetiğin tek “resmî” yaklaşım olduğu yıllarda. Tutunamayanlar üzerine Mehmet Seyda tarafından yazılan ilk eleştiri yazısı şöyle başlıyordu:
Bir roman; gerekli gereksiz ayrıntılarla, kendi bütünlüğünü zedeleyen fazlalıklarla, yinelemelerle, filtreli sigaranın kanseri %7 oranında azalttığını söylemeden geçemeyen bilgilerle dolu. Yazarının, ayıklama ve seçme gözetmeden, ne biliyorsa içine katmaktan zevk duyduğu sayfalar. Sağı solu eleştiren Turgut Özben gibi bir “aklı başında roman kahramanı”na genelev kapattırmalar, genelevde kumar oynattırmalar. Buna benzer, bunun gibi bir yığın tutarsızlıktan Tutunamayanlar’ın hikâyesini çıkarma merakı.
Romandan alıntılanan birçok örnekle devam eden yazı şu şekilde sonuca bağlanıyordu:
Ortak yargıları gözetmeyen, alışılmışa karşı gelen, kendi “iç dünya”sını yansıtan bütün romanların, yazarların başına gelen şey onun da başına gelmiş demektir. Okunuşundan sonra, “İnsanın aklına her geleni yazmasından bir roman ortaya çıkabilir mi?” diye sorulabilir. Oğuz Atay ayıklama nedir tanımıyor ya da bu, bize böyle geliyor. Düşünceler, hiçbir zaman, kişileri duygulandırmaya yetmemiştir. Bir romanda, sürekli olarak eleştirel aklın kullanılışı ve “humour”un ağır basışı, somut “insan gerçeği”ni yok etmeye yeter. “Selim! Canım Selim!” ve başka adlar, konunun bir intihar olayını ele alışı. Gelgelelim, “insansız”dır Tutunamayanlar. Duygulanmamızı değil, irkilerek, gülümseyerek düşünmemizi istemiştir. Kendi içimizde bir yabancılaşmayı ve hesaplaşmayı, bir oyuntuyu kurgulamıştır. Tıpkı Aylak Adam gibi, tıpkı Yanık Saraylar gibi, tıpkı Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi, görüşleri ve anlayışları çatıştıracağını, yazarının “tek ve özgün”, gerisinin gelmesi pek beklenilmez bir eseri olabileceğini sanıyoruz. Ama belki de aldanıyoruz.32
Bu eleştirinin bana göre en ilginç tarafı “insansız” tespitinin kullanılışıdır. Elbette diğer söylediklerinin iler tutar yanı olmadığı ortadadır. Aslında bu cümleyi yazarken durakladım. Gerçekten de çok açık mıdır bu eleştirinin yersizliği, yetersizliği? Belki bugün bile Atay ve benzeri edebiyat hakkında birçokları benzer şekilde düşünüyor olabilir. Bu tartışmanın devamını merak edenler Murat Belge’nin cevabi yazısını okuyabilirler; realist romanla modernist roman arasındaki farkları sabırla anlatan Belge, bu türden romanların (özellikle de Tutunamayanlar’ın) çok katmanlı yapılar olduğunu, “Romanda eleştirel akıl var, o yüzden duygulanmıyoruz, insan yok” diyen Mehmet Seyda’nın romanın en yüzeyindeki katmanlardan birine takılıp kaldığını söylüyor.33 Belki kapanıp gitmiş bir tartışma olarak görünebilir ama ben yine de Mehmet Seyda’nın “insansız” tespitine dönmek istiyorum. Seyda hem yazısında, hem de sıcağı sıcağına Oğuz Atay’la yaptığı söyleşide bu yargısını yineliyor. Bana Tutunamayanlar’dan bir sahne gibi gelen şu diyaloğu alıntılamadan edemedim:34
Mehmet Seyda – Ben, özür dilerim, romanınızı biraz “insansız” buldum. Bu konuda ne dersiniz?
Oğuz Atay – Romanda bütünüyle insana yönelmek istemiştim. Onu sizin belirttiğiniz gibi sadece akıl bakımından değil, duygularıyla ve aldığı bütün etkilerle vermek istemiştim.
Oğuz Atay’a yapılan eleştiriler içinde en çok bu “insansız” nitelemesine takılmamın nedeni bu tespitin daha sonra kuşaktan kuşağa aktarılarak modernist/postmodernist/metakurmaca/deneysel edebiyat yapıtları için hazır bir eleştiri formülü olarak el altında bulundurulmasıdır. İşin ilginç yanı, bu terimi Mehmet Seyda’dan çok önce Ortega y Gasset’in kullanmış olmasıdır.35 Ortega y Gasset entelektüel aristokrasi tarafından yönetilen bir toplumsal yapıyı özleyen etkili bir düşünürdür. Hatta faşizme giden yolu hazırlayan modern yabancılaşmış kültürün sorumluluğunu yirmilerdeki otuzlardaki kitlesel devrimci hareketlere yüklemekten kaçınmaz. Büyük romancının, romanın dışında kalan gerçekliği unutturabilme başarısıyla ölçüleceğini, sanatın mutlaka insan gerçeği çevresinde dönmesi gerektiğini iddia etmiştir. Ona göre edebiyat, hayatı yansıtan şahıslaştırılmış bir anlatıdır. Bu kavramlar daha sonra modernist sanatçıların eleştirisinde sürekli olarak kullanılmıştır. Yeni roman’ın önde gelen yazarlarından Alain Robbe-Grillet de insansız edebiyat yapmakla eleştirilmiştir. Robbe-Grillet de gelen “insansızlık” eleştirilerine yanıt verirken “insan” kavramını sorgular. Tıpkı Oğuz Atay’ın yapıtlarında insanı, insana dair tüm duygu ve düşünceleri durmaksızın sorguladığı gibi.
Tutunamayanlar öncesinde belki Yusuf Atılgan’ı sayabiliriz izleklerindeki yakınlık açısından ya da Sevim Burak’ın biçimsel arayışlarından söz edebiliriz. Ama biraz daha geriye gittiğimizde Haldun Taner’in Ayışığında Çalışkur adlı yapıtı (yayımlanma tarihi 1954) deneysellik açısından çölde bir vaha gibidir. Edebiyatta deneysellik denildiğinde okunması güç ve edebî oyunlar denildiğinde de salt eğlendirme amaçlı derinliksiz eserler anlaşılıyor. Oysa Ayışığında Çalışkur hem edebî oyunların, dilbazlıkların, kurgu numaralarının çeşitlemelerini sunuyor hem de okuru ahlaki ve ideolojik tutumunu sorgulamaya zorluyor.
Eser iki ana bölümden ve bu bölümlerin sonlarına yerleştirilmiş olan “yorumlar”dan oluşuyor. İlk bölüm, başı sonu belli bir hikâye anlatır. Çalışkur Apartmanı’nın yakınlarında, fakir bir mahalleden gelmiş genç bir çift el ele tutuşmuş ayı seyretmekte, gelecek güzel günler için romantik hayaller kurmaktadır. Bu sırada Çalışkur Apartmanı’nın farklı dairelerinde çeşit çeşit ahlaksızlıklar yaşanmaktadır. Karısını baldızıyla aldatan kocadan tutun da rüşvetçi işadamına, kürtajcı doktordan seviştiği kızın gizli ses kayıtlarını arkadaşlarına dinleten serseri gençlere, küçük çocuklara düşkün röntgenci yaşlı adamdan, bekçiyi gizlice yatağına alan kapıcının karısına kadar Çalışkur Apartmanı’nda herkes ahlaki bir çürümenin içindedir. Oysa dışarıdaki çift parasız ve namusludur. Adam işçidir, kıza tertemiz bir aşkla bağlıdır, evlilik hazırlıkları yapmaktadır. Öykünün sonunda “mahallenin ahlak bekçisi” onları yakalar, adamla tartışır, Çalışkur Apartmanı’nın