ama!”
Sam ile Andy yaşlar yanaklarından süzülünceye kadar güldüler.
Tüccar, “Ağızınızın tersiyle güldüreceğim sizi!” diyerek başlarına doğru kamçısını savurdu.
İkisi de başlarını çabucak eğerek kıyıdaki bayırdan yukarı koştular, adam atına bininceye kadar onlar atlarına yerleşmişlerdi bile.
“İyi akşamlar efendi!” dedi Sam müthiş bir ciddiyetle. “Sanırım artık hanımım, Jerry için kaygılanmaya başlamıştır. Efendi Haley’in de bize gereksinimi kalmadı zaten. Hanımım hayvanları tüm gece Lizzy’nin peşinden koşturduğumuzu duymak istemezdi,” diyerek Andy’nin böğrünü şakacıktan dürttü ve atını mahmuzladı, Andy son hızla Sam’i izlerken kahkahaları rüzgârda boğuldu.
8
Eliza’nın kaçışı
Eliza son bir umutla nehrin öte yanına kaçtığında tam akşamın loş alacakaranlığıydı. Nehirden yavaş yavaş yükselen, gri sis kıyının eğiminde gözden yittiğinde onu sarıp sarmaladı ve kabarmış akıntıyla batıp çıkan buz kütleleri peşindekiyle arasında umut kırıcı bir barikat oluşturdu. Haley de hoşnutsuzlukla daha sonra ne yapılması gerektiğini düşünmek için ağır ağır küçük hana döndü. Kadın partal bir kilimle kaplı küçük salonun kapısını açtı, bir köşede çok parlak kara muşamba örtülü bir masa, değişik biçimlerde ince uzun arkalı tahta iskemleler, şöminenin rafında hafifçe tüten bir ızgaranın yukarısında göz alıcı renklerde alçı süsler, bir de ahşaptan yapılma uzun ve sert, rahatsız görünümlü, şöminenin önü sıra boydan boya uzanan bir sıra vardı.
Haley insanoğlunun umut ve mutluluğunun genelde ne kadar değişken olduğunu düşünmek için buraya oturdu.
“Bana böyle aşağılık zenciler gibi davranılmasını hak etmek için şu küçük yaratıktan ne istedim sanki?” deyip pek de seçkin sayılamayacak bir dizi küfrü sıralayarak rahatlamaya çalıştı, çoğunu doğru saymak için pek çok nedenimiz olsa da, bu bir beğeni sorunu olduğundan, yapmayacağız.
Kapıda atından inen birinin tiz, kaba saba sesiyle irkildi. Hemen pencereye seğirtti.
“Şu işe bakın! Bu bizim Tom Loker değilse n’olayım!”
Haley aceleyle dışarı çıktı. Barın yanında, odanın köşesinde güçlü kuvvetli, kaslı, iki metrelik boyu ve geniş gövdesiyle bir adam duruyordu. Saçı sakalı birbirine karışmış olmasının yanı sıra, öküz derisinden paltosu ona dış görünümüne çok uyan sert “kıllı” bir hava veriyordu. Her organından, özellikle yüzünün ifadesinden kaba, ölçüsüz şiddet uygulayacak biri olduğu anlaşılıyordu. Okurlarımız bir buldoğun insan kılığında bir palto ve şapkayla dolaştığını düşleseler, adamın genel görünümüne ve yarattığı etkiye hiç de aykırı bir şey yapmış olmazlar. Kendisine hiç benzemeyen bir yol arkadaşı vardı; kısa, ince, hareketleri kıvrak, kedimsiydi; bir fare gibi sinsi, keskin, siyah gözleri ve yüz hatları, karşısındakinin duygularını paylaşmak için yontulup hazırlanmış gibiydi, uzun burnu her şeye girmeye bayılırmışçasına dışa doğru uzamıştı; kaygan, parlak, ince ve kara saçları alnına düşüyordu. Tüm hareketleri su katılmamış sakıngan bir zekânın göstergesiydi.
Koca adam büyük bir bardağa yarısına kadar saf ispirto boşalttı, tek söz etmeksizin tek yudumda yuvarladı. Küçük adamsa ayak parmaklarının ucunda duruyordu, başını önce bir yana, sonra öbür yana çevirerek şişeleri oradan buradan kokladı; sonunda ince, titreyen bir ses ve büyük bir dikkatle naneli, buzlu bir içki söyledi. İçkisi konulduğunda alıp titiz, beğenmiş bir havayla, en doğrusunu yaptığını, turnayı gözünden vurduğunu düşünen bir adam tavrıyla küçük, tedbirli yudumlarla içmeye koyuldu.
Haley yaklaştı, elini koca adama uzatarak, “Eh şansımın sonunda kapıyı çalacağı kimin aklına gelirdi? Eee, Loker nasılsın bakalım?” dedi.
Nazik yanıt, “Şeytan seni!” oldu. “Neden buradasın Haley?”
Adı Marks olan fare adam ansızın içkisini yudumlamayı bıraktı, başını öne uzatarak cin gibi yeni gelene bakmaya başladı, o anda kuru bir yaprağı ya da avını gözleyen bir kediyi andırıyordu.
“Rastlantının böylesi Tom. Bir sorunum var, bana yardım et!”
Durumundan hoşnut arkadaşı, “Ooo? Yaa? Öyle görünüyor!” diye homurdandı. “Hiç kuşkun olmasın ki, birini görünce sevinmişsen onunla bir hesabın var demektir. Öt bakalım!”
Haley kuşkuyla Marks’a baktı.
“Arkadaşın mı? Ya da bir yol arkadaşı ha?”
“Evet, arkadaşım. İşte Marks, Natchez’deyken birlikte olduğum adam bu.”
Marks kuzgun pençesi gibi uzun, ince bir el uzatarak, “Tanıştığımıza memnun oldum,” dedi. “Mr. Haley değil mi?”
“Ben de memnun oldum efendim,” dedi Haley. “Eh, baylar böyle mutlu bir karşılaşmanın üzerine diyorum ki, bu salonda küçük bir iş çevirelim.”
Sonra bardaki adama dönüp, “Hadi bakalım ihtiyar zenci parçası, bize sıcak su, şeker, puro ve doğru dürüst bir şeyler getir de biraz eğlenelim.”
Derken, mumlar yakıldı, ızgaranın içindeki ateş iyice canlandırıldı ve bizim üç kafadar önceden tek tek özenle ısmarlanmış dostluk pekiştirici ne kadar malzeme varsa üstüne yayılmış olan masanın çevresine oturdular.
Haley garip sorunlarının acıklı beyanına başladı. Loker sustu, ters, asık suratlı bir dikkatle dinlemeye koyuldu.
Bir bardak punçu mızmızlanarak kendi garip damak zevkiyle buluşturmaya çalışan Marks, arada bir merakla kaldırdığı başı, Haley’in neredeyse burnuna soktuğu sivri burnu ve çenesiyle konuşmaya içten bir ilgi gösteriyordu. Sonuç, onu müthiş eğlendirmiş olacak ki, omuzlarıyla böğrü sessizce sarsılıyor, ince dudakları büzülerek içten içe ne kadar neşelendiğini gösteriyordu.
“Yani seni hallettiler öyle mi? He he! Temiz iş hani…”
Haley sıkıntılı bir tavırla, “Bu çocuklar ticarette çok sorun çıkarıyor,” dedi.
“Çoluk çocuğunu umursamayan bir kadın türü bulsak,” dedi Marks, “bugüne kadar bildiğim en büyük çağdaş gelişim olurdu.” Ortaya bir olta atarak yaptığı girişle üstünlük taslıyordu.
Haley, “Aynı dediğimiz gibi… Hiç anlamıyorum, şu çocuklar bir sürü dert açıyorlar başlarına, insan kurtulunca sevinecekler sanıyor ama sevinmiyorlar. Çocuğun en büyük sorunu da genelde ne kadar işe yaramazsa anasına o kadar yapışması.”
Marks, “Mr. Haley, şu sıcak suyu geçirir misiniz? Evet efendim, hepimizin ortak duygusunu dile getirdiniz. Bir zamanlar ticaret işindeyken bir kız almıştım, sıkı, hoş, enikonu da akıllı bir orospuydu, bir de insanın içini karartan hastalıklı bir çocuğu vardı, kamburdu; neyse, öyle ya da böyle birini bulup çocuğu kazıkladım, kızın onca sızlanacağı da aklımın köşesinden geçmemişti. Aman Tanrı’m, nasıl bastırdı görseniz. Oysa hastalıklı, huysuz, baş belası bir nesne olduğu için çocuktan kurtulmak işine gelir sanmıştım, üstelik numara da yapmıyordu, ağladı, ne kadar dostu varsa yitirmişçesine günlerce dalları budanmış ağaç gibi dolaşıp durdu. Düşününce bile gülünç geliyor. Tanrı’m, kadınların kafalarında olup bitenlerin anlaşılır yanı yok.”
“Eh, benimki de öyle,” dedi Haley. “Geçen yaz, Red Nehri’ndeyken bir kızla birlikte