bata çıka debelenen ve çok zorlanan atları canlandıracak bir şeyler haykırıyordu. Araba bir kez daha sıçrıyor, arka tekerlekler batıyor, senatör, kadın, çocuk bu kez arka koltuğa uçuyor, adamın dirsekleri kadının başlığına çarpıyor, kadının iki ayağı adamın şiddetli sarsıntıdan uçan şapkasına takılıyordu. Birkaç dakika sonra batak aşıldı ve atlar soluyarak durdu, senatör şapkasını buldu, kadın başlığını düzeltti, çocuğu pışpışladı ve kendilerini gelecek olana hazırlamak için soluklandılar.
Bir süre yalnızca başka seslere, yan tekerleklerin çamura batışının ve tüm arabanın sarsılışının sesine karışmış olarak, “Bomb bomb!” sesleri duyuldu yalnızca, içindekiler durumun o kadar da kötü olmadığını düşünmeye başlamıştı. Sonunda önce tümünü bir anda havaya fırlatıp ardından da yerlerine çarpan müthiş bir saplanmayla araba durdu, dışarıdaki kargaşanın ardından Cudjoe kapıda göründü.
“Lütfen efendim, burası berbat bir yer. Nasıl çıkacağız bilmem. Raylara çıksak, diye düşünüyorum.”
Senatör umutsuzca adımını dışarı attı, sakınarak tutunacak sağlam bir şey arandı, ayağını derinliği belirsiz çamura uzattı, onu geri çekmek isterken dengesini yitirerek çamurun içine yuvarlandı ve çok umut kırıcı bir durumdan Cudjoe tarafından çekip çıkarıldı.
Ama biz okuyucularımızın duygularına seslenerek onları kandırmaktan kaçınıyoruz.
Gece yarıları arabalarını çamur çukurlarından kaldıraçla çıkartmak için raydan yapılmış parmaklıkları sökmek gibi ilginç bir yöntem icat eden Batılı gezginler bizim bahtsız kahramanımızın durumunu çok iyi anlayacaklardır. Onlardan sessiz bir damla gözyaşı döküp geçmelerini rica ediyoruz.
Gece geç saatlerde araba her yanından sular damlayarak, çamur içinde koyaktan çıktı ve büyük bir çiftlik evinin kapısında durdu.
İçeridekileri kaldırmak için bir süre uğraştılar, sonunda saygın mal sahibi görünüp kapıyı açtı. İriyarı, uzun boylu, her yanı kıllarla kaplı bir devdi. Çoraplarıyla rahatça bir seksenden uzundu, üstünde kırmızı faniladan bir avcı gömleği vardı. Arapsaçı gibi karmakarışık çok gür, kum rengi saçları özellikle öyle bırakılmış gibiydi, birkaç günlük sakalın bu değerli zata verdiği görünüş en hafif deyişle pek alımlı sayılmayacağıydı. Şamdanı yukarıda tutarak birkaç dakika durdu, gezginlerimize gözlerini kırpıştırarak insana gülünç gelen kasvetli ve şaşkın bir ifadeyle baktı. Olayı tam olarak kavramasını sağlamak senatörümüzün epey çabasını gerektirdi, o bu konuda elinden geleni yaparken biz, okuyucularımıza dostumuzu biraz tanıtalım:
İhtiyar dürüst John Van Trompe, Kentucky eyaletinde hatırı sayılır bir toprak ve köle sahibiydi. Kürkünden başka şeyi olmayan ayı misali, devasa görünüşüne uyan yüce, dürüst, haktanır bir yürekle ödüllendirilmiş olan Trompe, yıllardır baskı altında tuttuğu bir tedirginlikle zulüm yapan için de yapılan için de eşit oranda kötü çalışan bir sistemi gözlemlemekteydi. Sonunda günün birinde John’un koca yüreği öylesine büyüdü, şişti ki, çalışma masasından çek defterini aldığı gibi Ohio’ya gitti, iyi, zengin toprağı olan bir ilçenin dörtte birini satın alıp kadın, erkek, çocuk, kölelerinin tümünü azat ettiğini gösteren kâğıtları hazırladı, sonra da onları vagonlara doldurdu, yerleşecekleri yerlere gönderdi, ardından da “dürüst John” yüzünü koyağa dönüp kendi halindeki çiftliğinde vicdanının emrettiğinin gereğini yerine getirmiş olarak rahat, sessiz sedasız, kendi halinde bir yaşam sürmeye başladı.
Senatör açık açık, “Zavallı bir kadıncağızla çocuğu köle avcılarından kurtaracak biri olduğunuz doğru mu?” diye sordu.
Dürüst John dikkat çekici bir vurguyla, “Öyle olduğumu düşünmeyi yeğlerim,” dedi.
“Tahmin etmiştim.”
İyi adam uzun kaslı kolunu kaldırarak, “Gelen olursa, onu karşılamaya hazırım, her biri bir seksen boyunda yedi de oğlum var, onlar da hazır. O adamlara selamımızı söyleyin, ne zaman isterlerse gelsinler, bizim için fark etmez,” dedi ve parmaklarını sazdan bir dam gibi başını örten o şaşırtıcı saçlarından geçirerek müthiş bir kahkahaya boğuldu. Yorgun, tükenmiş ve canı çekilmiş Eliza, kucağında derin derin uyuyan çocuğuyla kapıya kadar adeta süründü. Sert adam şamdanı yüzüne yaklaştırıp şefkatle bir şeyler homurdandı, sonra bulundukları büyük mutfağa bitişik küçük bir yatak odasının kapısını açarak kadına içeri girmesini işaret etti. Bir şamdan aldı, yakarak masanın üstüne koydu, sonra Eliza’ya, “Şimdi beni iyi dinle kızım, zerre kadar korkmana gerek yok, kim gelirse gelsin. Ben öyle şeylere alışkınım,” dedikten sonra şöminenin rafında duran iki-üç tane tüfeği gösterdi, “beni tanıyan pek çok insan, ben istemeden evimden birini çıkarmaya çalışmasının hiç de sağlıklı olmayacağını bilir. Onun için siz şimdi anneniz sizi sallıyormuşçasına rahat uyuyun,” dedi ve kapıyı kapattı.
Senatöre, “Vay vay, bu kız az rastlanır güzellikte,” dedi, “eh zaten, temiz bir kadında olması gereken duyguları varsa, en haklı kaçış nedenleri güzeller içindir. Bunları iyi bilirim.”
Senatör birkaç sözcükle Eliza’nın öyküsünü kısaca özetledi.
İyi yürekli adam acımayla, “Ah ah, duymak bile istemezdim! Vah vah! Doğa böyledir işte, zavallıcık geyik gibi avlanmış! Bir annenin elinden başka türlüsü gelmediği ve doğal duyguları olduğu için! Biliyor musunuz, böyle şeyler görünce sövesim geliyor, hem de her şeye,” dedi ve çilli kocaman sarı elinin tersiyle gözlerini sildi. “Bakın size ne söyleyeceğim yabancı, bizim oralarda papazlar çok önceleri İncil’den bir sürü şeyin kesilmiş olduğunu vaaz ederlerdi, onun için de ben İncil’e uzun yıllar önce boş vermiştim, Yunanca ve İbranice de bilmiyordum nasılsa, ben de İncil mincil hepten boş verdim. Yunanca İncil’i anlayan bir papaza rastlayıncaya kadar da kiliseye adımımı atmadım. O papazın anlattıklarından sonra bu işe biraz asılmaya karar verip kiliseye gittim, olay bu işte.” Tüm bu konuşma süresince böyle önemli anda sunmak için çok süslü şişelenmiş bir elma şarabının mantarını açmakla uğraşmıştı.
Senatöre “Gün ışıyıncaya kadar burada kalsanız iyi olur,” dedi içtenlikle, “şimdi emektarı çağırıp bir saniyede yatağınızı hazırlatırım.”
“Teşekkür ederim sevgili dostum,” dedi senatör, “gidip bu gece Colombus’ta görünmemde fayda var.”
“Eh, pekâlâ, gitmeniz gerekiyorsa ben de sizinle biraz gelirim, oraya varmak için geldiğiniz yoldan daha iyi bir dörtyol ağzı gösteririm. Öbürü pek berbattır.”
John giyindi, az sonra bir elinde fenerle senatörün arabasının önünde, evin arkasından yokuş aşağı inen yoldaydı. Ayrılacakları zaman senatör adamın avucuna on dolarlık bir banknot koydu. Kısaca, “Onun,” dedi.
John da aynı biçimde kısa ve öz, “Baş üstüne,” dedi.
El sıkışıp ayrıldılar.
10
Mal taşınıyor
Şubat sabahı, Tom Amca’nın kulübesinin penceresinden gri görünüyor, ince bir yağmur çiseliyor, kederli yüzlere, acılı yüreklere yansıyordu. Ateşin önünde ütü beziyle kaplı küçük bir masa duruyordu, kaba saba ama temiz bir-iki gömlek yeni ütülenmiş, ateşin başındaki iskemlenin arkasına asılmış, Chloe Teyze’yse önüne bir yenisini yaymıştı. Son derece titiz bir özen göstererek her kıvrımla her dikiş payını önce eliyle düzeltip sonra da dikkatle ütülüyor,