Оскар Уайльд

Mürver Ağacı


Скачать книгу

olarak bir sanatçıyı kınamaya hakkımız olmadığını; her Sanat’ın bir ölçüde rol yapmayı gerektirdiğini, gerçek hayatın ket vuran tesadüf ve sınırlamalarından uzak olarak insanın kendi şahsiyetini hayalî bir zeminde gerçekleştirme gayreti olduğunu, o yüzden de bir sanatçıyı sahtecilikle suçlamanın etik bir problemi estetik bir problemle karıştırmak olduğunu söylediğimi iyi biliyorum.

      Benden epey büyük olan ve kırk yaşına gelmiş bir adamın mizahi saygısıyla beni dinleyen Erskine birdenbire elini omzuma koydu ve, “Diyelim ki bir gencin bir sanat eseri hakkında garip fikirleri var, bu fikirlere inanıyor ve ispatlamak için sahteciliğe başvuruyor. Buna ne dersin?” diye sordu.

      “Ama bu bambaşka bir şey!” dedim.

      Erskine sigarasından ince boz çizgiler halinde yükselen dumana bakarak birkaç saniye sessiz kaldı. Bir duraklamanın ardından, “Evet, bambaşka,” dedi.

      Sesinde merakımı uyandıran bir şey, bir sitemin küçük bir tınısı vardı belki. “Bunu yapan birini tanıyor musun yoksa?” diye heyecanla sordum.

      Sigarasını ateşe atarak, “Evet,” diye cevapladı, “çok sevdiğim bir arkadaşım, Cyril Graham. Çok hayranlık uyandırıcı, çok budala ve çok kalpsiz biriydi. Ama bana hayatımdaki tek miras ondan kaldı.”

      “Nedir o?” diye sordum. Erskine koltuğundan kalktı ve iki pencerenin arasındaki yüksek gömme dolaba gidip kilidini açtıktan sonra, elinde Elizabeth dönemine ait eski ve biraz solmuş bir çerçeve içinde, ahşap pano üstüne küçük bir resimle yanıma geri geldi.

      Bir masanın başında duran ve sağ elini açık bir kitaba yaslayan on altıncı yüzyıl giysisi içindeki bir gence ait tam boy bir portreydi bu. Oğlan aşağı yukarı on yedi yaşında gösteriyordu ve olağanüstü bir güzelliği olmakla beraber bariz bir kadınsılığa sahipti. O kadar ki, giyimi ve kısacık kesilmiş saçları olmasa hülyalı mahzun gözleri ve narin kırmızı dudaklarıyla o yüzü bir kıza ait sanabilirdiniz. Üslup ve özellikle de ellerin işlenişi bakımından tablo François Clouet’nin[9] geç dönem eserlerini hatırlatıyordu. Nefis yaldız benekli siyah kadife yeleği ve resmin o yeleği hoş bir biçimde öne çıkaran, aydınlık bir renk değeri kazandıran tavuskuşu mavisi fonu tam Clouet üslubundaydı. Ayrıca mermer kaideden biraz resmî bir edayla sarkan iki Tragedya ve Komedya maskesinde, büyük Flaman ustanın Fransız Sarayı’nda bile hiçbir vakit tamamen yitirmediği ve kuzeylilerin mizacını şaşmadan yansıtan, İtalyanların akıcı zarafetinden çok farklı, haşin fırça darbeleri seçiliyordu.

      “Büyüleyici bir tablo!” dedim. “Ama güzelliği ne mutlu ki Sanat yoluyla bize kadar ulaşan bu alımlı genç adam kim?”

      Üzgün bir gülümsemeyle, “Bu Mr. W.H.nin portresi,” dedi Erskine. Işığın tesadüfi bir etkisi olabilir, ama sanki bana gözleri yaşlarla ışıl ışıl gibi gelmişti.

      “Mr. W.H. mi?” diye atıldım. “O da kim?”

      “Hatırlamıyor musun? Elini yasladığı kitaba bak.”

      “Orada bir şey yazılı olduğunu görüyorum, ama seçemiyorum,” dedim.

      Aynı üzgün gülümseme hâlâ dudaklarında oynaşan Erskine, “Şu büyüteçle dene,” dedi.

      Büyüteci aldım ve lambayı yaklaştırarak kargacık burgacık on altıncı yüzyıl yazısını okumaya başladım. “Bu aşağıdaki sonelerin yegâne müellifi olan…” “Yüce Tanrım!” diye bir çığlık attım. “Bu Shakespeare’in Mr. W.H.si mi?”

      Erskine, “Cyril Graham öyle derdi,” diye mırıldandı.

      “Ama bu Lord Pembroke’a[10] zerre kadar benzemiyor,” diye itiraz ettim. “Penhurst Malikânesi’ndeki portreleri çok iyi bilirim. Birkaç hafta önce yakınlarında kalmıştım.”

      “Sonelerin Lord Pembroke’a adandığına gerçekten inanıyor musun?” diye sordu.

      “Bundan eminim,” dedim. “Sonelerde geçen üç kişi Pembroke, Shakespeare ve Mrs. Mary Fitton’dur;[11] hiç şüphe yok.”

      Erskine, “Sana katılıyorum,” dedi, “ama öyle düşünmediğim dönemler de oldu. Eskiden… eh, sanırım Cyril Graham ve onun fikirlerine katılıyordum.”

      Daha şimdiden tuhaf bir şekilde büyüsüne kapılmaya başladığım nefis portreye bakarak, “Peki neymiş o?” diye sordum.

      Tabloyu, o sıralar biraz ani olduğunu düşündüğüm bir şekilde elimden alan Erskine, “Uzun hikâye,” dedi, “çok uzun hikâye; ama istersen anlatabilirim.”

      “Sonelerle ilgili her şey hoşuma gider,” diye atıldım. “Ama yeni bir açıklamayı benimseyeceğimi sanmam. Artık konunun kimse için bir esrarı kalmadı. Doğrusunu istersen, eskiden de bir esrarı olduğundan şüpheliyim.”

      Erskine gülerek, “Bu açıklamaya ben de inanmıyorum ki senin fikrini değiştireyim,” dedi. “Ama yine de ilgini çekebilir.”

      “Bana mutlaka anlatmalısın,” diye karşılık verdim. “Şu resmin yarısı kadar bile güzel olsa fazlasıyla tatmin olurum.”

      Erskine bir sigara yakarak, “Madem öyle,” dedi, “sana Cyril Graham’ı anlatarak başlamalıyım. Eton’da okurken aynı evde kalıyorduk. Ben ondan bir-iki yaş büyüktüm, ama aramızdan su sızmaz, bütün derslerimizi birlikte yapar ve birlikte oyun oynardık. Tabii dersten çok daha fazla oyuna dalardık, ama bundan pişman olduğumu söyleyemem. Sağlam bir ticaret eğitimi almamış olmak her zaman bir avantajdır; ayrıca Eton’daki oyun sahalarında öğrendiklerim bana en az Cambridge’de öğretilenler kadar faydalı olmuştur. Cyril’in annesinin de babasının da hayatta olmadığını söylemeliyim. Wight Adası açıklarındaki korkunç bir yat kazasında boğulmuşlardı. Babası hariciyeciydi ve yaşlı Lord Crediton’un kızıyla, onun tek kızıyla evliydi; dolayısıyla kazadan sonra Lord Crediton, Cyril’in velisi oldu. Lord Crediton’un Cyril’e fazla değer verdiğini sanmıyorum. Unvansız bir adamla evlendiği için kızını gerçekte hiç affetmedi. İşportacılar gibi küfreden, huyu çiftçilere benzeyen garip, yaşlı bir aristokrattı. Bir keresinde onu okuldaki bir tören gününde gördüğümü hatırlıyorum. Bana homurdanmış, bir altın lira vermiş ve babam gibi ‘kahrolası bir Radikal’ olmamamı tembihlemişti. Cyril onu pek sevmez, tatillerinin çoğunu bizimle İskoçya’da geçirdiğine şükrederdi. Hiç geçinemezlerdi. Cyril onun bir ayı, o da Cyril’in kadınsı olduğunu düşünürdü. Sanırım bazı konularda sahiden kadınsıydı, ama aynı zamanda çok iyi bir binici ve büyük bir eskrimciydi. Eton’dan ayrılırken kılıcını bile yanına almıştı. Fakat tavırlarında çok baygın ve görünüşüne hayli düşkündü; futboldan fena halde nefret etmesi de cabası. Ona gerçekten zevk veren iki şey, şiir ve oyunculuktu. Eton’dayken takar takıştırır ve Shakespeare’i ezberden okurdu; Trinity’ye gittiğinin daha ilk döneminde üniversitedeki tiyatro topluluğuna girdi. Oyunculuğunu hep kıskandığımı hatırlıyorum. Ona akıldışı bir bağlılık hissediyordum; sanırım bazı konularda birbirimizden o kadar farklı olduğumuz için. Ben epeyce biçimsiz, zayıfça bir delikanlıydım ve kocaman ayaklarla dehşetli çillerim vardı. Gut hastalığı İngilizler için neyse çiller de İskoçların soyuna öyle işlemiştir. Cyril gutu tercih ettiğini söylerdi; ama dış görünüşe daima abesçe değer verirdi ve bir keresinde münazara topluluğumuzun huzurunda, iyi görünmenin iyi olmaktan daha evla olduğunu ispatlamak için bir savunma yapmıştı. Kesinlikle çok yakışıklıydı. Onu sevmeyenler, yani üniversite öğretmenleri güzellikten anlamayan cahiller ve din adamlığı için okuyan gençlerse onu sevimli bulduklarını söylemekle yetinirlerdi; halbuki yüzünde sade sevimlilikten çok daha fazlası