ederken nereli olduğumu sordu. Tokyolu olduğumu söyleyince, “Güzel bir yer olmalı, değil mi?” dedi. Ben de “Evet, öyle,” diye cevap verdim.
Hizmetçi tepsiyi alıp mutfağa gittiğinde bir kahkaha sesi duydum. Onlarla uğraşmaya değmeyeceğinden hemen yattım ama bir türlü uyuyamadım. Han sadece sıcak değildi, aynı zamanda gürültülüydü de. Önceki pansiyondan hemen hemen beş kat daha gürültülüydü. Bir ara uyukladığımda rüyamda Kiyo’yu gördüm. Tatlı pirinç jölesini bambu yaprağıyla birlikte iştahla yiyordu. Bambu yaprağı zehirli olduğundan durmasını söyleyince, “Hayır, bu şifadır,” deyip çok lezzetliymiş gibi yemeğe devam etti. Hayretten ağzım kocaman açıldı. Kahkahalarla gülerken uyandım. Hizmetçi kız panjurları açıyordu. Her zamanki gibi bulutsuz, güneşli, güzel bir havaydı.
Seyahat ederken bahşiş verildiğini duymuştum. Bahşiş vermediğinizde insanların size kaba davrandığını söylüyorlardı. Böyle dar ve karanlık bir odaya konulmamın sebebi bahşiş vermememdi sanırım. Perişan görünümlü kıyafetlerim, keten çantam ve saten şemsiyem yüzünden de olabilirdi. Tam da bu taşralılardan bekleneceği gibi beni küçümsüyorlardı demek! Vereceğim yüksek bahşişi gördüklerinde ne yapacaklar acaba? Tokyo’dan ayrılırken okul masraflarından geriye otuz yen kalmıştı. Tren, gemi gibi masrafları düşünce hâlâ elimde on dört yen vardı. Hepsini harcasam da bundan sonra her ay maaş alacağımdan sorun olmazdı. Taşralılar cimri olurdu, beş yen verirsem şaşkınlıktan gözleri kamaşırdı eminim. Ne yapacağıma karar verdikten sonra yüzümü yıkayıp odama geri dönerek beklemeye başladım. Dün akşamki hizmetçi yemek tepsisiyle geldi. Tepsiyi koyup yemekleri servis ederken pis pis sırıtıyordu. Küstah şey. Maymun mu oynuyor karşında? Yüzüm, hizmetçinin yüzünden çok daha güzeldi bir kere! Yemek bittikten sonra bahşiş vermeyi düşünüyordum ama öyle sinirlenmiştim ki yemeğin yarısında beş yen kâğıt parayı çıkarıp “Bunu han sahibine verin,” dedim. Hizmetçi tuhaf bir ifadeyle baktı.
Yemek bitince hemen okula doğru yola çıktım. Ayakkabılarımı cilalamamıştım. Dün çekçekle geldiğimden yolu az çok biliyordum. Kısa sürede okulun önüne geldim. Kapıdan binanın girişine kadar granit döşenmişti. Dün bu taşların üzerinden çekçekle geçerken çıkardığımız yüksek sesleri düşününce biraz utandım. Yolda Ogura12 kumaşından üniforma giyen çok sayıda öğrenci vardı. Hepsi bu kapıdan içeri giriyordu. İçlerinde benden daha uzun ve daha güçlü görünenler de vardı. Bunlara mı ders vereceğim diye düşünürken nedense huzursuz hissettim. Kartvizitimi gösterince beni Müdür’ün odasına yönlendirdiler. Müdür hafif sakallı, esmer, koca gözlü, tanuki13 gibi bir adamdı. Büyüklük taslıyordu. “Elinden gelenin en iyisini yapmalısın,” diyerek büyük bir mühürle personel kabul kâğıdımı damgaladı. Tokyo’ya dönerken bu kâğıdı buruşturup denize attım. Müdür yakında diğer öğretmenlerle tanışacağımı ve hepsine bu kabul evrakını göstermem gerektiğini söyledi. Çok zahmetli iş. Böyle zahmetli bir şey yapmaktansa kabul evrakını personel odasında üç gün asmayı tercih ederdim.
İlk ders zili çalana kadar öğretmenler dinlenme salonunda toplanmayacaktı. Bolca zaman vardı. Müdür saatine bakıp öncelikle genel şeyleri kavramamı, zamanla her şeyi yavaş yavaş anlatacağını söyledi. Sonra da eğitimin ruhuyla ilgili uzun bir nutuk çekti. Dinliyor gibi yapıyordum, konuşmanın ortalarında rezil bir yere geldiğimi düşünmeye başladım. Müdür’ün söylediği gibi biri kesinlikle olamazdım. Benim gibi pervasız birinin öğrencilere rol model olması, tüm okulda erdem örneği olarak görülmesi, ders dışında da bireysel ahlaki prensiplere bağlı kalması nereden bakarsanız bakın saçma bir istekti. Öyle yüksek bir şahsiyet, bu kadar yol katedip bu kırsal bölgeye aylık 40 yene çalışmaya gelirdi sanki!
İnsanlar hemen hemen aynıydı. Kim olursa olsun sinirlenirdi ama benim için bu durumda en iyisi sessiz kalmaktı. Bu kadar zor bir görevse, beni işe almadan önce böyleyken böyle diye anlatsalar daha iyi olurdu. Kandırılıp buraya getirilmiştim. Yalan söylemekten nefret ettiğim için kararlılıkla istifa edip buradan ayrılarak eve dönmekten başka şansım yoktu.
Hana beş yen verdiğimden cüzdanımda dokuz yen kalmıştı. Dokuz yenle Tokyo’ya kadar gidemezdim. Keşke bahşiş vermeseydim. Pişman oldum fakat dokuz yenle de bir şeyler yapabilirdim. Seyahat masraflarını karşılayamasam da yalan söylemektense gitmeyi tercih ederdim.
“Asla sizin dediğiniz gibi biri olamam. Bu kabul belgesini geri alın,” deyince Müdür’ün tanuki gözleri yanıp sönerek yüzüme baktı. Sonunda gülerek, “Sözlerim sadece bir temenni. Senin istediğim gibi biri olamayacağını biliyorum. Endişelenmene gerek yok,” dedi. Madem biliyordu, öyleyse beni neden böyle korkutmuştu?
Orada burada vakit geçirirken zil çaldı. Birden sınıfların olduğu taraftan bir gürültü yükseldi. “Öğretmenler çoktan çıkmış olmalı,” diyen Müdür’ü takip ederek öğretmenler odasına girdim. Geniş ve dikdörtgen odanın etrafına masalar sıralanmış, herkes oturuyordu. Benim girdiğimi gördüklerinde hepsi önceden kararlaştırmışlar gibi yüzüme baktılar. Bir gösteriye çıkmıştım sanki. Sonra söylendiği gibi tek tek önlerine geçip kabul evrakımı göstererek kendimi tanıttım. Genelde çoğu sandalyesinden kalkıp beni selamladı. Titiz olanlar gösterdiğim evrakı alıp, kısaca göz gezdirip saygıyla geri verdi. Sanki tapınak festivallerinde oynanan piyesin taklidi gibiydi. On beşinci kişi olan beden eğitimi öğretmenine sıra geldiğinde aynı şeyi tekrar tekrar yapmaktan biraz sıkılmıştım. Diğerleri bir kez yapıp kurtuluyordu. Oysa ben aynı hareketi on beş kez tekrarlıyordum. Bana karşı biraz daha anlayışlı olabilirlerdi.
Tanıştığım kişilerin içinde müdür yardımcısı bilmem ne denen biri vardı. Edebiyat mezunuymuş. Bu edebiyatçı, üniversite mezunu olduğundan yüksek şahsiyetli biri olmalıydı. Garip bir şekilde kadın gibi yumuşak bir sesi vardı. Beni en çok şaşırtansa bu sıcakta pazen gömlek giymesiydi. Kumaşı ne kadar ince olsa da kesinlikle sıcaklıyor olmalıydı. Belki de edebiyatçı rolüne bürünürken çok fazla çaba harcıyordu. Dahası, gömleği kırmızı olduğundan gülünç görünüyordu. Daha sonraları duyduğuma göre tüm yıl boyunca aynı kırmızı gömleği giyermiş. Ender bir hastalığı varmış ve açıklamasına göre kırmızı sağlığına iyi geldiğinden özellikle sipariş ediyormuş fakat bence gereksiz bir endişe. Eğer durum öyleyse kimonosu ve hakaması14 da kırmızı olsaydı daha iyi olmaz mıydı?
Son derece soluk benizli olan Koga adında bir İngilizce öğretmeni vardı. Genelde soluk yüzlü insanlar zayıf olurlar ama bu adam şişman biriydi. Uzun zaman önce ilkokula giderken Tami Asai adında bir sınıf arkadaşım vardı. İşte Asai’nin babasının da aynı böyle bir ten rengi vardı. Babası çiftçi olduğundan Kiyo’ya “Çiftçilerin yüzü hep böyle mi olur?” diye sormuştum. Kiyo, “Ondan değil. O, sadece ham balkabağı yediği için öyle,” diye açıklamıştı. O zamandan beri ne zaman soluk benizli biri görsem kesinlikle ham balkabağı yemenin sonucu olduğunu düşünürüm. İngilizce öğretmeninin de sadece balkabağı yediğine şüphe yoktu. Şimdi bile bu konuda daha ayrıntı bir bilgim yok. Bir keresinde Kiyo’ya sormuştum fakat gülüp cevap vermemişti. Muhtemelen o da bilmiyordu.
Sonra benim gibi matematik öğretmeni olan Hotta vardı. Eizanlı15 kötü rahiplerden biri gibi görünmesine yol açan uğursuz bir yüz ifadesi vardı. İri yarıydı. Kısa saçlarıyla örtülü kafası kestaneye benziyordu. Kibarca evrakımı gösterdiğimde bakmadan, “Demek sen yeni atanan kişisin. Bir ara ziyaretime gel,” deyip “Haha!” diye güldü. “Haha!” da ne? Görgüsüzlüğünün farkında bile olmayan böyle bir herifin evine kim gider? O zamandan sonra