boş bakmamız mantıklı bir şey miydi? Yine de diğer çalışanların hepsi bu kurala itaat ederken benim gibi yeni gelen birinin yaygara koparması pek uygun olmayacağından sabrettim. Dönüş yolunda “Nereden bakarsan bak üçe kadar okulda kalmaya mecbur tutulmamız saçmalık,” diye Oklukirpi’ye şikâyet ederken o da “Öyle,” diyerek güldü. Sonra ciddileşip “Okul hakkında şikâyette bulunmamalısın. Şikâyette bulunacaksan sadece bana söyle. Biri seni ihbar edebilir, bu tavsiyemi dikkate alırsan iyi edersin,” dedi. Köşede ayrıldığımızdan ayrıntılar hakkında soru sormaya vaktim olmadı.
Eve döndüğümde ev sahibi gelerek “Çay hazırlayayım mı?” diye sordu. Böyle sorunca çay ikram edeceğini sanmıştım ama hiç çekinmeden benim çayımdan hazırlayıp kendi de içti. Ben evde yokken gönlünce çayımı kullanıp tek başına keyfini çıkarıyor muydu acaba? Ev sahibi, “Resim, kaligrafi ve antikaya çok düşkünüm. Bu yüzden gayri resmi olarak bu işe başladım. Siz de zevk sahibi birine benziyorsunuz. Antika almak ister misiniz?” diyerek saçma bir teklifte bulundu. İki yıl önce birinin ayak işleri için İmparatorluk Oteli’ne gittiğimde beni çilingirle karıştırmışlardı. Battaniyeye sarılıp Kamakura’daki büyük Buda heykelini ziyarete gittiğimde arabacının biri bana patron demişti. Şu âna kadar pek çok konuda yanlış değerlendirildiğim olmuştu fakat hiç kimse tutup da “Oldukça zevk sahibi birisiniz,” dememişti.
Genel olarak kıyafetlerinden kişinin durumu anlaşılır. Zevk sahibi denen kişiler başlık takar, üzerine şiir yazılan dar kâğıtlar taşırlar. Ciddiyetle bana zevk sahibi dediğine göre gerçekten uzman bir dolandırıcı olmalıydı. Ben, “Böyle tasasız emeklilerin yapacağı türden şeyleri sevmem,” deyince ev sahibi güldü. “Başlarda kimse sevmez ama bir an için bu yola girdiğinde çıkamıyorsun,” derken kendine bir çay daha koydu. Fincanı çok tuhaf tutuyordu. Esasen çay almasını ben rica etmiştim ama aldığı acı ve sert çayı beğenmedim. Bir fincan içince midem yanmaya başladı. “Bir dahakine bu kadar acı çay almayın,” dedim. “Hayhay!” dedi, ardından bir fincan daha doldurup içti. Bedava çay bulmuşken içebildiği kadar içmeye bakıyordu. Adam gidince ertesi günün dersleri için hazırlık yapıp hemen yattım.
Her gün okula gidip kurallara göre çalışıyordum, geri döndüğümde de ev sahibi “Çay hazırlayayım mı?” diyordu. Sadece bir hafta olmuştu ama okuldaki durumu genel olarak kavramış, ev sahibi karı kocanın karakterini neredeyse anlamıştım. Diğer öğretmenlerin dediğine göre işe başladıktan sonra bir haftayla bir ay arası bir süre, itibarının iyi mi kötü mü olacağı konusunda oldukça endişeli oluyormuşsun. Benim kesinlikle böyle bir duygum olmadı. Sınıfta zaman zaman hata yapıyordum. Sadece o an için kendimi kötü hissediyordum ama yarım saat geçince aklımdan çıkıyordu. İstesem bile herhangi bir konuda uzun süre endişelenebilecek bir adam değildim. Sınıftaki hatalarımdan öğrencilerin nasıl etkileneceği ve bu etkiye Müdür ile Müdür Yardımcısı’nın nasıl tepki vereceği konusunda oldukça kayıtsızdım. Önceden de dediğim gibi çelikten sinirlerim yoktu ama oldukça kararlı biriydim. Beni bu okulda istemezlerse hemen başka yere gitmek için hazırlık yapardım. Ne Tanuki’den ne de Kırmızı Gömlek’ten korkuyordum. Ayrıca sınıftaki gençleri yalakalıkla, pohpohlamayla yönetmeye hiç mi hiç niyetim yoktu.
Okulda sorun yokken pansiyonda durumlar öyle değildi. Ev sahibi sadece çay içmek için gelseydi dayanabilirdim ama gelirken farklı farklı şeyleri beraberinde getiriyordu. İlk başta yanında on tane mühür getirip dizerek “Hepsi 3 yen. Çok ucuz. Almak ister misiniz?” dedi. Seyahat eden bir ressam olmadığımdan böyle bir şeye ihtiyacım olmadığını söyledim. Başka sefer, ismi Kazan ya da ona benzer bir şey olan bir adamın çiçekler ve kuşlar çizdiği parşömeni getirdi. Tokonomaya asıp “Usta işi, değil mi?” dedi. “Hımm, öyleyse ne olmuş?” diye gönülsüzce cevap verince Kazan isimli iki kişi olduğunu anlatmaya başladı. Biri bilmem ne Kazan, diğeri bilmem ne Kazan. Bu parşömen bilmem ne Kazan’ın çalışması gibi gereksiz bir açıklamadan sonra, “Nasıl buldunuz? Size 15 yene veririm. Satın alır mısınız?” dedi. Param olmadığını öne sürerek reddettiğimde “İstediğiniz zaman verirsiniz,” diyerek epeyce ısrar etti. Param olsa da almayacağımı söyleyince uzaklaştı. Sonrakinde neredeyse onigavara22 boyutlarında büyük bir mürekkep taşıyla içeri girdi. Bu Tankei23 malıdır. Tankei malı, Tankei malı diye iki üç kez Tankei deyince yarı eğlence maksatlı, “Tankei de nedir?” diye sordum. Hemen açıklamaya başladı. “Tankei taşları üst, orta, alt tabaka olarak sıralanır. Günümüzdekileri hepsi üst tabakadır. Bu kesinlikle orta tabaka. Kendiniz bakın. Üç gözlü olanlar nadirdir. Hatsuboku24 tekniği için son derece iyi. Deneyip bakın lütfen,” diyerek büyük mürekkep taşını önüme itti. Ne kadar olduğunu sorunca, “Sahibi Çin’den getirdi. Mutlaka satmak istediğini söylediğinden fiyatı indirip 30 yen yapalım,” dedi. Bu adam kesinlikle aptaldı. Okuldaki kurallara öyle ya da böyle uyabilirdim ama bu antikacıyı çok fazla tahammül edebileceğimi sanmıyordum.
Çok geçmeden okuldan da nefret etmeye başladım. Bir akşam Omaçi denen bir yerde yürüyüş yaparken postanenin yanında “soba”25 yazan bir tabela gördüm. Altında da “Tokyo usulü” yazıyordu. Sobayı çok severim. Tokyo’dayken bile soba restoranlarının önünden geçerken baharat kokusunu duyduğumda ne olursa olsun dükkânın perdesinin altından geçmek isterdim.26 Bugüne kadar matematikti, antikaydı derken sobayı unutmuştum. Bu yüzden tabelayı görünce geçip gidemedim. Hazır gelmişken bir tabak yiyip gideyim diye düşünerek içeri girdim. Tabela iyi görünmüştü ama içerisi için aynı şeyi söyleyemem. Tokyo usulü diye belirttiklerinden en azından biraz daha temiz olur diye düşünmüştüm. Tokyo’nun nasıl olduğunu mu bilmiyorlardı yoksa paraları mı yoktu? İçerisi son derece pisti. Zeminin rengi solmuş, üstünü kumlar kaplamıştı. Duvar kurumdan simsiyahtı. Lambanın isi yüzünden tavanı kurum kaplamıştı. Bu tavan öyle alçaktı ki istemsizce başımı eğdim. Sadece gösterişli şekilde yemekleri yazıp duvara yapıştırdıkları fiyat listesi yeniydi. Muhtemelen eski bir ev satın alıp iki üç gün önce dükkânı açmışlardı. Fiyat listesinde ilk sırada tempura27 vardı. Yüksek sesle, “Hey! Bana tempura getirin,” diye bağırdım. Bunun üzerine, bir köşede yemeklerini höpürdeten üç kişilik grup dönüp benim tarafıma baktı. Oda karanlık olduğundan bir an için fark edememiştim ama birbirimize bakınca hepsinin öğrencim olduğunu gördüm. Karşı taraf selam verdikten sonra ben de selam verdim. Soba yemeyeli uzun zaman olmuştu. Tadı da güzel olduğundan dört tabak tempurayı silip süpürdüm.
Ertesi sabah sakince sınıfa girdiğimde karatahtayı dolduracak kadar büyük harflerle “Tempura Öğretmen” yazıldığını gördüm. Yüzüme bakıp kahkahalarla gülmeye başladılar. Saçma geldiğinden “Tempura yemek komik mi?” diye sordum. Bunun üzerine öğrencilerden biri, “Dört kâse çok fazla ama,” dedi. “Dört kâse de yerim beş kâse de. Kendi paramla yiyorum. İtirazı olan var mı?” diyerek hızlı bir şekilde dersi bitirip öğretmenler odasına döndüm. On dakika geçtikten sonra sıradaki sınıfa girdim. Karatahtada “Dört kâse tempura. Ama gülmek yasak!” yazıyordu. Az öncekinde kızmamıştım fakat bu seferkinde tepem attı. Şaka değil, düpedüz saygısızlıktı bu yaptıkları. Pirinç kekini fazla pişirip kapkara yaparsan kimse seni övmez. Bu taşralılar nezaket bilmedikleri için, ne kadar ileri giderlerse gitsinler önemi olmadığını düşünüyorlardı galiba. Muhtemelen bir saatte yürüyerek gezilecek kadar küçük bir şehirde yaşayıp bir de üstüne heyecan verici bir şey olmayınca tempura meselesi Rus-Japon Savaşı gibi heyecan yaratmıştı. Zavallılar. Çocukluklarından beri