Soseki Natsume

Küçük Bey


Скачать книгу

çıkabileceğimi, ilgileneceğim sınıflar hakkında matematik zümresiyle daha sonra bir hazırlık görüşmesi yapıp yarından sonraki gün de derslere başlayacağımı söyledi. Zümre başkanının kim olduğunu sorduğumda bizim Oklukirpi olduğunu söylediler. Canım sıkıldı. Onun gibi birinin altında çalışmak hayal kırıklığıydı. Ben ayrılırken “Nerede kalıyorsun? Yamaşiroya’da mı? Hımm, bugün gelirim, konuşuruz,” deyip tebeşir alarak sınıfa doğru yöneldi. Zümre başkanının, yeni atanan birini ziyaret etmesi haysiyetsizce görünüyordu ancak kendi evine çağırmamasından etkilendim.

      Okuldan çıkıp hemen hana geri dönmeyi düşündüm ancak handa yapılacak bir şey olmadığından biraz yürüyüş yapma düşüncesiyle ayaklarımın götürdüğü yere öylesine gezinmeye başladım. Valilik binasını gördüm. Eski çağlardan kalma bir yapıydı. Kışlayı gördüm. Azabu17 kışlası kadar güzel değildi. Anacaddeyi gördüm. Kagurazaka Caddesi’nin genişliğinin yarısı kadar bile değildi. Dükkânlar da iyi görünmüyordu. Böyle bir yerde yaşayıp kale kasabası diye hava atan insanların acınası olduklarını düşünürken fark etmeden kendimi Yamaşiroya’nın önünde buldum. Kasaba daha büyük görünüyordu ama küçük bir yermiş. Böylece neredeyse her şeyi gördüm sanırım. Yemek zamanı geldiğinden hana girdim. Girişte oturan han sahibi beni görünce hemen yerinden sıçradı, başı ahşap zemine değecek kadar eğilerek “Hoş geldiniz,” dedi. Ayakkabılarımı çıkarıp içeri girince hizmetçi ikinci katta boşalan bir oda olduğunu söyleyip oraya kadar bana eşlik etti. İkinci katın girişinde, yaklaşık 25 metre kare, geniş tokonoması18 olan bir odaya girdik. Hayatımda gördüğüm en güzel Japon tarzı odaydı burası. Bundan sonra da ne zaman böyle bir yerde bulunurdum bilmiyordum, bu yüzden batı tarzı kıyafetlerimi çıkarıp tek parça yukatamı19 giyerek odanın ortasında, ellerimi kollarımı uzatarak yattım. Güzel bir histi.

      Öğle yemeğini yer yemez Kiyo’ya mektup yazdım. Yazmakta kötüydüm, üstelik bir de karakterleri20 bilmediğimden mektup yazmaktan nefret ediyordum. Zaten yazacak kimsem de yoktu fakat şimdi Kiyo benim için endişeleniyor olmalıydı. Gemi kazasında mı öldü acaba diye düşünmesini istemediğimden büyük bir çaba göstererek uzunca bir mektup yazdım. Mektubum şöyleydi:

      “Buraya dün vardım. Sıkıcı bir yer. 25 metre kare bir Japon odasında uyuyorum. Hana beş yen bahşiş verdim. Han sahibi başını ahşap zemine kadar eğdi. Akşam uyuyamadım. Senin bambu yaprağına sarılmış tatlı pirinç jölesini, bambu yaprağıyla birlikte yediğinle ilgili bir rüya gördüm. Gelecek yaz eve döneceğim. Bugün okula gittim. Herkese lakap taktım. Müdür’e Tanuki, Müdür Yardımcısı’na Kırmızı Gömlek, İngilizce öğretmenine Ham Balkabağı, matematik öğretmenine Oklukirpi, resim öğretmenine Soytarı. Yakında daha fazla şey yazacağım. Görüşürüz.”

      Mektubu yazmayı bitirdiğimde tatmin olmuş hissettim. Biraz uykum gelmeye başladığından az önceki gibi odanın ortasında ellerimi ayaklarımı uzatıp rahatça yattım. Bu sefer rüyamda hiçbir şey görmeden mışıl mışıl uyudum. Biri, “Oda burası mı?” diye bağırdığında uyandım. Oklukirpi gelmişti. “Sabahki davranışım için özür dilerim. Senin sorumluğundakiler…” diye ben uyanır uyanmaz konuşmaya başlamasına oldukça şaşırdım. Yapmam gerekenleri dinleyince öyle zor bir yanı varmış gibi görünmüyordu. Eğer bu kadar kolaysa iki gün sonra değil yarın da başlayabilirdim. Okul ve görevlerle ilgili tartışmamızı bitirdikten sonra, “Sonsuza kadar böyle bir handa kalmayı planlamıyorsun, değil mi? Senin için güzel bir pansiyon ayarladım. Oraya geç lütfen. Yabancıya vermiyordu ama ben konuşunca hemen ikna oldu. Ne kadar erken olursa o kadar iyi. Bugün bak, yarın taşınırsın. İki gün sonra okula geldiğinde güzelce yerleşmiş olursun,” dedi. Bana sormadan her şeyin kararını vermişti.

      Gerçekten de 25 metre kare odada sonsuza kadar kalamazdım. Maaşım yeter miydi bilmiyordum. Beş yenlik bahşiş verdikten sonra hemen taşınmak da yazık olurdu ancak her türlü taşınmam gerekiyorsa bir an önce taşınıp yerleşmek daha iyi olurdu. Benim için bu işle ilgilenmesini istedim. Ben böyle deyince, “O halde birlikte bakalım,” dedi ve handan çıktık. Ev, şehrin biraz dışındaki bir tepenin yamacında, sessiz bir yerdeydi. Ev sahibi antika alım satımı yapan İkagin adında bir adamdı. Karısı, ev sahibinden dört yaş büyüktü. Ortaokula giderken İngilizcede “cadı” kelimesini öğrenmiştik. Cadı denince gözümün önünde canlanan kişi tam da bu kadına benziyordu. Sonuçta bu adamın karısı olduğundan cadıya benzemesi beni hiç ilgilendirmezdi. Nihayet ertesi gün taşınabilirdim. Dönüşte Oklukirpi bana bir bardak buzlu su ikram etti. Okuldayken kibirli ve küstah biri olduğunu düşünmüştüm ama benimle böyle ilgilenince gözüme o kadar da kötü biri gibi gözükmedi. Yine de ben ve o aynıydık. O da benim gibi aceleci, çabuk parlayan birine benziyordu. Sonradan duyduğuma göre öğrenciler arasında oldukça popülermiş.

      Üçüncü Bölüm

      Sonunda okula başlama zamanı gelmişti. İlk kez derse girip kürsüye çıktığımda kendimi biraz tuhaf hissettim. Ders anlatırken benim gibi biri öğretmen olmaya uygun mu diye düşündüm. Öğrenciler çok gürültü yapıyordu. Bazen yüksek sesle öğretmenim diye seslenirlerdi. Bana böyle seslenmelerinden rahatsız oldum. Şimdiye kadar fizik okulundayken ben de birilerine öğretmenim, öğretmenim diye sesleniyordum fakat bana böyle hitap etmeleri bambaşkaydı. Nedense bir ürperti hissettim. Korkak bir insan değildim. Çekingen biri de değildim ama maalesef sinirlerim zayıftı. Öğretmenim diye bağırdıklarını duyduğumda kendimi açken Marunuçi’de21 öğlen vaktinde atılan topun sesini duymuş gibi hissediyordum. İlk dersi bir şekilde hallettim. Beni zorlayacak sorular sormamışlardı. Öğretmenler odasına geldiğimde Oklukirpi nasıl geçtiğini sordu. Kısaca “İyiydi,” diye cevap verince rahatlamış gibi göründü.

      İkinci ders için tebeşir alıp öğretmenler odasından çıkarken düşman bölgesine giriyormuş gibi hissettim. Sınıfa girerken bu seferki öğrencilerin öncekilerden daha büyük olduğunu gördüm. Tokyo’da doğup büyümüş ufak tefek, zayıf biri olduğumdan kürsüye çıksam bile etkili olamıyordum. Gerekirse kavga etmekten, hatta güreşmekten bile çekinmezdim fakat önüme sıralanmış böyle iri yarı kırk adamı, sadece kelimeleri kullanarak korkutup geri çekilmeye zorlayacak bir yeteneğim yoktu. Ancak bu taşralılara zayıf yönümü göstermeye niyetim yoktu. Mümkün olduğunca yüksek bir sesle, Tokya’da yaptığımız gibi “r” harfini yuvarlayarak ders anlatmaya başladım. İlk başlarda öğrencilerin kafası karıştı, şaşırdılar. Bunu görünce daha da muzaffer hissederek onları aşağılayan bir ses tonuyla ön sıranın ortasına geldim.

      İlk sırada oturan biri aniden ayağa kalkıp “Öğretmenim,” dedi. Bunun geleceğini bildiğimden “Ne oldu?” diye sordum. Yerel şivesiyle, “Çok hızlı gidiyorsunuz, anlayamıyorum. Biraz daha yavaş anlatabilir misiniz? Geride kalıyorum,” dedi. “Aşırı hızlıysa yavaşlayabilirim ama ben Tokyoluyum. Sizin şivenizi kullanamam. Anlamıyorsanız, alışmaya çalışmak zorundasınız,” diye cevap verdim. Bu şekilde ikinci ders düşündüğümden daha iyi geçti. Tam çıkarken öğrencilerden biri, “Bu soruyu çözebilir misiniz?” diye sordu. Bu geometri sorusunu çözemeyeceğimi anlayınca soğuk terler döktüm. Başka seçeneğim olmadığından “Bir dahaki sefere bakarız,” deyip aceleyle ayrılırken öğrenciler arkamdan “Vay, vay!” diyerek alay ediyordu. İçlerinden bazılarının, “Yapamaz, yapamaz,” diyen seslerini duydum. Aptallar. Bir öğretmenin de yapamaması doğaldı. Yapamıyorsam yapamıyorum demek tuhaf bir şey mi? Bu kadarını yapabilen biri aylık 40