söylüyorsunuz, bu mu sizin kızınız? Fakat bu eşsiz vücudu nereden buldunuz? Onu buraya niçin getirdiniz?” diye haykıracaktı. Derin bir baş dönmesiyle sendeleyip bütün kuvvet ve iktidarının eridiğini ve ilk defa bir kadın karşısında zayıf ve bitap kaldığını görmüştü.
Artık güneş doğuyor, kuşlar neşeyle ötüyordu. Sanki bütün mevcudat55 bu kıymettar aşkının saadetini tebrik etmek istiyordu. Kalbi ümitlerle dolu halde geceki vehimlerin bir kâbus olduğunu düşünüyor, hayat olanca neşesiyle kendisine gülüyordu.
İtinalı bir dikkatle giyindi. Aynada uzun uzun kendini seyretti. Dudaklarında muzaffer bir tebessüm vardı. Koyu lacivert kostümleri hakikaten kendisine pek yaraşmış, uykusuzluğun yorgunluğu bakışlarına baygın ve hazin bir güzellik vermişti. Sofada annesine rastladı. Hanımefendi biraz hayretle sordu:
“Nereye bu vakitte?”
“Yalıya, anneciğim.”
“Yalıya mı?”
“Evet. Erken vapura yetişmek istiyorum. Bir emriniz var mı?”
Süreyya Hanım, onun arkasından hayret ve endişeyle bakıyordu. Hatırından geçen bir düşüncenin ıstırabıyla kaşlarını çattı, ağır ağır odasına yürüdü.
Feridun yalıya yaklaşırken şiddetli heyecanlarla sarsılıyordu. Kendisini karşılayan yengesi oldu. Orta kattaki büyük salona girdiler. Buranın döşemeleri Suriye’nin en ağır ve en zarif kumaşlarından seçilmiş ve zevki selime56 uygun bir tarzda düzenlenmişti.
Kalbinin çarpması, genç adamın sözlerini kesecek kadar şiddetliydi. Hem yengesiyle yalnız bulunmak ona bir nevi ağırlık veriyordu. Söz söylerken gözlerini süzmesi, sonra garip edalarla gülüşleri onu fevkalade sıkıyordu. Henüz Leyla’yı görmemişti. Sormaya da cesaret edemedi, bekleyişin azabını bu an kadar duyduğunu hiç hatırlamıyordu. O sırada Pakize Hanım pencerenin panjurunu açmakla meşguldü. Feridun’u yanına çağırdı ve “Bakınız,” dedi.
Feridun gözlerini bahçeye çevirdi. Rahmi Bey büyük bir fıstık ağacının altına serilen bir halı üzerine uzanmıştı. Yanında da kanepeye yaslanmış bir genç vardı. Feridun yengesine doğru döndü. “Amcam yalnız değil,” dedi. Kadın şuh bir eda ile güldü ve “Biraderim,” diye cevap verdi. Sonra ahenkli bir sesle dışarı doğru uzanarak “Cemal!” diye seslendi. Genç adam döndü.
“Beye söyle de bize baksın. Yanımda bir misafir var.”
Rahmi Bey başını kaldırdı. Yeğenini pencerede görünce sevinçle bağırdı. “Vay! Sen misin Feridun? Ne kadar memnun olduğumu bilmezsin, buraya gel de bir bahçe sefası yapalım,” dedi.
Feridun, amcasının bu daveti üzerine bahçeye doğru yürürken birdenbire durdu. Zira Leyla çiçeklerin arasındaki ince bir yoldan kendisine doğru geliyordu. Kollarının arasında sarı ve pembe güllerden müteşekkil bir büyük buket vardı; yanakları kızarmış, tül örtüsü altında saçları dağılmış halde mütebessim57 ve mesut bir yüzle yaklaşıyordu. Hafif bir titreyişle elini uzattı. Feridun bu eli sıkarken artık takatinin bittiğini hissederek hayatının bütün emellerini bu güzel ellerin altında görüyordu.
Leyla çiçekleri göğsüne bastırmış, rüzgârla dalgalanan başörtüsünü düzeltmeye çabalıyor, yüzüne dökülen perişan saçlarını toplamaya uğraşıyordu. Feridun onu bu halde, doymayan bir bakışla seyrederken, o “Bütün hafta sizi bekledik,” diyordu. “Hanımefendi ile teşrifinizi ümit ettik. Burası baharda pek güzel oluyor, her gün ninemle bahçede oturuyoruz. Fakat vaktimi daha çok piyanoya hasrettim. Bu hafta daha iyi çalmak için çalıştım. Bugün isterseniz biraz da alaturka çalabilirim.”
Feridun bu masumane sözler karşısında ne söyleyeceğini şaşırmış, bahtiyarlığın nihayetine varmıştı.
“Bilmem bu lütfunuza ne suretle teşekkür edeyim,” diyordu. “Bilseniz ruhum bunu ne kadar özlemişti. Bütün hafta bu günün ümidi ve saadetiyle yaşadım.”
Her ikisi de ağır ağır yürümeye başladılar. Bu anda Rahmi Bey’in sesi işitiliyordu: “Canım Feridun, neredesin, hâlâ gelmedin, seni bekliyorum.”
Leyla o tarafa gitmek istemediğini anlatan bir tavırla “Ben içeriye gireyim de siz buyurunuz. Sizi bekliyorlar,” dedi. Feridun hiç de istemeyen bir nazarla genç kızın yüzüne bakıp “Ben bilhassa senin için geldim, şimdi ne yapayım?” demek istedi.
Ayrıldılar. Feridun ileriye doğru yürüdü. Cemal Bey kendisini karşılamak için ayağa kalkmıştı. Feridun hiç tanımadığı bu genç adama selam verirken dudaklarını ısırmıştı. Zira pek tuhaf bir vaziyet karşısında kalmıştı. Dar pantolon, kısa bir ceket, gayet sıkı uzunca bir iskarpin, dik bir yakalık, al bir kravat, siyaha bakan koyu ve küçük bir fes ve tek gözlükle şıklığa özenen bu züppe beyin önünde ne söyleyeceğini şaşırdı. Bereket versin ki amcasının suallerine cevap vermekle meşgul oluyordu. Rahmi Bey, “Yeğenim Feridun,” diye takdim ederken onun öyle garip bir eğilişi vardı ki gülmemek kabil değildi. Cemal Bey bir nezaket eseri olarak bahçede dolaşmak bahanesiyle çekildi de Feridun geniş bir nefes aldı.
Rahmi Bey gülerek “Nasıl bizim kayınbirader, şık değil mi?” diye soruyordu.
“Fevkalade efendim.”
Rahmi Bey gülmesine devam ederek “Moda meraklısı,” diyordu. “Yalnız güzel giyinmek, şık görünmek suretiyle salonları süslemekten başka meziyetleri olmayanlardan.”
Feridun kahkahalar arasında cevap veriyordu. “Ne çare ki bazı yerlerde bizden daha fazla aranıyor.”
Rahmi Bey omuzlarını silkerek “Adamsende,58” diye söyleniyordu.
Feridun, bugün saadetine engel olan bu süslü beye kızmaya başlamıştı. Onun mevcudiyeti bugünkü hususiyetlerini bozacaktı. Bir haftadan beri beklediği günün böyle ziyan oluşuna canı pek sıkılıyordu. İçeri girdikleri zaman Leyla, kendisine vaat ettiği piyanoyu Cemal’in yanında çalmak istemediği gibi salonda bile pek az oturmuştu. Genç kız onun soğuk, bayağı tavırlarından, manasız cümlelerinden, yılışık bakışlarından uzaklaşmak lüzumunu duyuyordu.
Feridun akşam konağa avdet ettiği zaman annesini biraz düşünceli buldu. Kadın şikâyet eder gibi “Ne kadar geç kaldın,” dedi. “Bütün gün yalıda mı oturdun?” Sonra anneliğin en şefkatli bakışlarıyla derin derin süzdü. Feridun’un yüzü belli olacak kadar zayıflamış, rengi solgun, yorgun ve cansız bakışları ise ıstırap çekmiş olduğunu anlatıyordu. Hanımefendi endişeli bir tavırla sordu. “Feridun, seni biraz rahatsız görüyorum. Nen var?”
Genç adam annesinin ellerini öperek güldü ve “Hiçbir şeyim yok anneciğim, yalnız uykusuzluk ve yorgunluk,” dedi.
“Uykusuzluk mu? Niçin uyumadın?”
“Niçin uyumadığımı ben de bilmiyorum.”
“Tuhaf şey, bir kederin mi var?”
“Hayır, keder değil. Mamafih sevinç de değil. Endişe, hem tatlı hem biraz üzüntülü…”
“Sözlerinde müphemlik var, bir şey anlayamıyorum.”
Feridun önüne bakıyordu. Bu gece her şeyi annesine söylemeye karar vermişti. Hanımefendi ise garip bir korku ile oğlunun hislerini derinleştirmeye cesaret edemiyordu. Her ikisi de bir sessizliğin ağırlığı altında kalmış gibi sustular. Bir aralık Feridun başını kaldırdı ve annesine baktı. “Bu gece sizde tuhaf bir hal var,” dedi.