Güzide Sabri

Necla


Скачать книгу

emelleri kırılmıştı; Necla gibi lüks hayatın kadını olamadığına yanıyordu.

      Hafize’nin telkinleri neticesinde daima genç ve güzel olduğuna inanan Kamer Hanım, yıllardan beri her gün kapıyı çalıp gelecek muhayyel16 kocayı beklemekten yorulmadığı halde, bugün asabi ve hırçın bir tavırla aynanın önünde dolaşırken ruhunda derin bir fütur17 ve inkisar18 duyuyordu.

      Onun beklediği bu muhayyel koca öyle bir kısmetti ki! Gayet zengin, asil ve güzeldi. Kamer Hanım mağrur ve müstağni19 bir halde böyle bir kocayı bile kabul etmekte tereddüt ediyordu. Uzun bir kavuna benzeyen başının içinde dolaşan bu gülünç ve boş tasavvurlar bu kadını her zaman tatlı bir zevk içinde yaşatıyordu.

      Hafize her saat “Maşallah! Hanımcığım maşallah! Bugün her zamandan daha sevimli ve daha güzelsiniz. Herkes size bayılıyor, şıklığınıza, zarafetinize hayran olmayan yok,” dedikçe bu zavallı kadının ruhuna yeni bir güneş doğuyordu. Fakat o güneş bugün bulutlanmıştı. Şimdi hayalinde Necla’nın şaşaalı hayatı parlıyordu. Büyük salonlar, zarif tuvaletler, smokinli erkekler, zengin sofralar etrafında dolaşan çiftler, neşeli sözler, şakrak kahkahalar! Bunlar hayalinde canlandıkça onu bu hayattan mahrum eden talihe lanet ediyordu. Yıllardan beri dul bir halde hep böyle miskin ve boş bir ümitle yaşadığına ve beklemekten yorulmadığına şimdi şaşıyordu.

      Hafize, bugün hanımının pek üzüntülü olduğunu sezdiği için ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemiyordu.

      Karşılıklı oturup konuşmaya başladılar:

      “Necla çok güzel, değil mi Hafize?”

      Hafize dudaklarını büktü ve “Bilmem. Ben beğenmedim. Soğuk mu diyeyim, kibirli mi diyeyim, sevimsiz mi diyeyim, anlamadım doğrusu,” dedi.

      “Yok! Yalan söyleme; kusursuz, fevkalade bir kadın!”

      “A… Neden yalan söyleyeyim? Ona bir erkek gözüyle bakınız, ne kadar kusurları olduğunu görürsünüz.”

      “Onu bilmem. Ben çok beğendim.”

      “Siz benim ağzımı arıyorsunuz, ama ben yine doğruyu söylerim. Siz ondan daha şirin, daha güzelsiniz. İster inanın, ister inanmayın.”

      Kamer Hanım hafif ve kıvrak bir kahkaha attı. “Deli kız!” diye söylendi. Aynanın önüne doğru yürüyordu. Hafize göz ucuyla ona bakıyordu.

      “Acaba sizin boyunuz, endamınız onda var mı?”

      Kamer Hanım başını çevirdi ve “Talihim yok Hafize, talihim,” dedi. Ve ilave etti:

      “Şimdiye kadar Necla’nın kocası gibi zengin bir şey yakalayamadık, ne yazık! Eğer böyle birisine tesadüf etmiş olsaydım, ben de Necla gibi lüks hayatın kadını olmasını bilirdim.”

      “Yine olur hanımcığım. Karşımıza böyle birisi çıkar çıkmaz hemen bu mahalleden uzaklaşır, Beyoğlu’nda bir apartman tutar, orada yaşamaya başlarız. Mücevherleriniz, kürkleriniz, elbiseleriniz olur, kapınızda bir de otomobiliniz bekler. Niçin olmasın? Şimdiye kadar siz istemiş olsaydınız, çoktan böyle lüks hayatı yaşamaz mıydınız sanki?”

      Kamer Hanım içini çekti, “Talih daima benden lütfunu esirger Hafize,” dedi.

      Artık her gün mübaşirin evine gidip gelmeye başladılar. Necla muntazaman20 hemen her hafta annesiyle kardeşini görmeye geliyordu. O, çok sokulgan ve candan bir kadındı. Fakat onun süsüne ve tuvaletine bakan gözler biraz daha dikkatli olsaydı, bu genç ve güzel kadının bezgin ve yorgun bir ruh taşıdığını görmekte güçlük çekmezdi. Eve geldiği günler derin bir iştiyakla kardeşine koşar, onu öper, koklar, bağrına basar ve sonra başını onun göğsüne dayayarak orada bir an kendisini dinlerdi. Necla, İrfan’ı bir anne şefkatiyle seviyordu. Genç kızın ince ve solgun yüzü kendisine endişe veriyordu. Doktorlar iyi gıdalarla beslenmesini söylemişlerdi. Bütün gayretiyle bir anne gibi İrfan’a paketlerle yiyecek taşımaktan yorulmuyordu. İrfan onun bebeği, çocuğu ve emeli olmuştu.

      Necla’nın halinden pek şikâyeti yoktu. Maçka’da güzel bir apartmanın hanımıydı. Bol para sarf ediyor, kocalığı bütün arzularını yerine getirerek onu memnun etmeye çalışıyordu. Fakat Necla, ruhen harap ve kırgındı. Muvakkat21 gördüğü bu refah içinde hiçbir emeli yoktu. Hayatı çok tatsız buluyor, günün kadını olarak yaşamak kendisine daha fazla rahatlık veriyordu. Bir gün, her şeyin geçeceğini, gençlikle bu hayatın da sönüp biteceğini ve bütün şahsiyetine kirli bir damganın ebediyen yadigâr olarak vurulacağını biliyordu. Genç kızlık çağının ilk devrelerinde çok elemli günler, ümitsiz ve heyecanlı saatler geçirmişti. On yedi, on sekiz yaşının baharında, güneşsiz, havasız kalmış bir çiçek gibi boynu bükülmüş ve çaresizlik içinde bunaldığı günler olmuştu.

      Babasının genç bir subayken muharebede şehit olduğunu annesi kendisine anlatırdı. Necla babasını hiç görmemişti. Annesi, Kadri ile sevgi neticesinde evlendiği zaman, üvey baba yanında bir sığıntı olarak yaşamaya başlamış, mahrumiyet acısı küçük kalbini derin sızılarla hırpalamıştı. Şadiye, kayıtsız ve şefkatsiz bir kadındı. Kendisini hiçbir gün sevip okşadığını hatırlamıyordu. İrfan doğduktan sonra onun lüzumsuz bir eşya gibi bir tarafa atılması lazım gelmişti.

      Kadri her gece bin türlü bahane uydurup yaygaralar kopararak bu kızı başından defetmek istiyordu. Şadiye kızını üvey babasının yanında barındıramayacak hale gelmişti. Zavallı Necla, bir diken gibi her dakika Kadri’nin gözüne batıyordu. Yeni doğan kızını ve kocasını pek seven bu anne, saadetine engel olan Necla’yı bir an evvel evden atmanın yollarını arıyordu. Nihayet bir gün Şadiye, onu daima ufak tefek dikişlerini diktiği Kâmil Paşa’nın konağına evlatlık olarak kabul ettirmeye muvaffak olmuştu.

      Burada Necla rahata ve sükûna kavuştu. Kâmil Paşa’nın karısı Nazlı Hanımefendi iyi bir kadındı. Paşa öleli çok olmuş, Nazlı Hanım da eskiden kalan emektarları arasında yaşamaya başlamıştı. Kızları ve oğulları evlenmiş, hepsi annelerinden ayrı birer yuva sahibi olmuşlardı. Necla zaten bu konağa alışıktı. Annesiyle gelir gider, bahçede oynar, hanımefendiden bahşiş, kalfalardan yemiş toplardı.

      Fakat annesinden ilk ayrıldığı gece, küçük kalbinde anlayamadığı derin bir sızı duymuştu. Hep küçük İrfan’ı düşünüyordu. Onu annesinden kıskanıyor ve ruhunda yeni bir sevginin hasreti yanıyordu. Kardeşini sevmekten mahrum edilerek buraya, yabancı bir eve bir kedi yavrusu gibi bırakılmış olduğunu düşünerek içleniyor, kimseye halini belli etmeden gizli gizli ağlıyordu.

      Şadiye birkaç defa İrfan’la beraber konağa gelmiş, kızına uzaktan ve bir yabancı tavrıyla bakarak ahvalini kalfalardan sormuş, bu arada zavallı Necla, küçük İrfan’ı bütün iştiyakıyla kucağına alıp sevmek saadetine kavuşmuş, annesinin ufak bir iltifatını göremeden akşamüzeri onların gidişlerini mahzun bir halde seyrettikten sonra boynunu bükerek tenha bir köşeye çekilmiş, yine için için ağlamıştı. Konağın içinde kimse ondan şikâyet etmiyordu. Gündüzleri mektebe gidiyor, geceleri derslerine çalışıyor, herkese gösterdiği saygıyla ve çekingen haliyle kendisini sevdiriyordu.

      Seneler geçiyor, Necla büyüyor ve güzel bir kız oluyordu.

      Bir gece, Necla birdenbire konaktan yok oluvermişti. Büyük bir telaş ve heyecan içinde kalan Nazlı Hanım konak halkını oraya buraya koşturmuş, genç kızın izini hiçbir tarafta bulduramamış,