Güzide Sabri

Necla


Скачать книгу

günleri geçireceğini düşünmüştü. Nihayetsiz bir boşluğun ortasında yalnız ve kimsesiz kalmak korkusuyla hıçkıra hıçkıra ağladı. Küçük odanın penceresi önünde, Kâmi’yi götüren trenin ovalara yayılan dumanlarını seyre daldı.

      Artık doğum yaklaşıyordu. Zavallı küçük kadın, hasta ve mustarip bir halde her gün Kâmi’yi bekliyor, hiçbir tarafa çıkmayarak bütün günlerini bu küçük odanın penceresi önünde geçiriyordu. Gözleri yeşil ovaların üzerinde uzanarak Mudanya tarafına doğru dalıp giderken, o taraftan gelen bulutlara, rüzgârlara hep onu sormak için titriyor, hayatının her dakikası bin bir endişe ve düşünceyle geçiyordu.

      Hülya ve ıstırapla geçen dakikaların verdiği yorgunlukla her gün biraz daha soluyor, her gün biraz daha harap oluyordu.

      Kâmi’den gelen mektupların arası uzamaya başlamıştı. Gelenler de soğuk cümleler, zoraki yazılmış satırlarla doluydu. Necla gün geçtikçe hatasının cezasını pek acı olarak çektiğini anlıyor, gözlerinin önünde annesinin ve kardeşinin hayali dolaşıyor, İstanbul’a dönme yollarını düşünmeye başlıyordu.

      Nihayet bir gün postacı ona her vakit olduğu gibi pencereden bir zarf uzattı. Necla heyecanla fırladı ve mektubu titreyen elleriyle güçlükle açtı; gözleri satırlar üzerinde dolaşır dolaşmaz sedirin üstüne yığıldı.

      Necla’yı bu halde gören Sıdıka şaşırdı ve hemen “Necla, kızım, ne oldun?” diye sordu. Necla cevap veremedi. Sıdıka’nın dediklerini işitiyordu, fakat gözlerinin önüne bir perde gelmiş gibi etrafı göremiyor, beyni müthiş uğulduyordu.

      Necla kendini toplayıp da bir türlü Sıdıka’nın telaş ve korkuyla ettiği ısrarlara cevap veremiyordu. Zavallı cahil kadın, onun şakaklarını ve bileklerini durmadan kolonya ile ovuyor ve sebebinin ne olduğunu anlamadığı bu halden onu kurtarmaya çalışıyordu. Necla’nın bu ilk buhranını bir baygınlık takip etti. Epeyce zaman geçmişti. Nihayet söylenenleri yeniden duymaya ve gözlerinin önünden bir perde kalkmaya başladı. Sıdıka gözlerini açan Necla’ya “Kızım, ne oldun? Nen var? Yoksa ıstırapların mı başladı?” gibi tertipsiz, dağınık birtakım şeyler sorup duruyordu.

      Necla acı ve hafif bir gülüşle mektubu gösterdi. Sıdıka “İyi ya. Kâmi’den gelmiş işte. Ne yazıyor? Biraz bana da anlatsana,” dedi.

      Necla’nın gözlerinde tuhaf bir parıltı peyda oluverdi. Aldanan her insanın duyduğu şaşkınlık ve acıdan henüz kurtulamamış bir halde gözlerini sütninenin yüzüne dikmişti.

      Sütnine yine ısrar ediyor, Necla’nın derdini anlamaya çalışıyordu.

      “Kızım, bir şey söylemiyorsun! Ben nasıl anlayayım? Söylesene. Kâmi geliyor mu?”

      Necla başını sallayabildi ve boğulur gibi bir sesle “Artık o hiç gelmeyecek!” diyebildi.

      Sıdıka yerdeki mektubu tekrar Necla’ya uzatarak “Oku be yavrum şunu! Ben de anlayayım ne olmuş,” dedi.

      Necla’nın bakışları hâlâ donuk ve manasızdı.

      Akşam olmuş, yeşil tepelerin üzerinden inen esmer bir bulut tabakası şehre ve ovaya gümüş rengi bir deniz manzarası vermişti. Necla hâlâ sedirin üstünde, elleri koynunda ve gözleri bir noktaya dalmış duruyor ve kati bir karar vermek isteyenlerin halini gösteriyordu. Odanın bir köşesinde yanan petrol lambası etrafa kızıl ve gamlı bir loşluk veriyordu.

      Sütnine odada dolaşıyor, ara sıra acıyan bir gözle ona bakıyor ve bazı teselli verici sözler söylemekle beraber, Necla’yı bu kadar harap eden mektuptaki yazının ne olduğunu anlamak istiyordu.

      Kâmi, Necla’ya iki üç satırla bütün hakikati anlatmakta müşkülat33 çekmemişti.

      Mektup şuydu:

      Necla,

      Seni ümitle yaşatmak artık bana gittikçe artan bir azap oluyor. Hayatımızı birleştirmenin mümkün olamayacağını sen de biraz düşünebilmeliydin. Seni seviyorum ve hayatım müddetince de seveceğim. Fakat hayatımı saran bazı kayıtlar34 beni senden ayırıyor. Yarın buradan Avrupa’nın uzak bir şehrine gitmek mecburiyetinde bulunuyorum. Uzun yıllardan sonra belki memleketime dönebileceğim. Müşterek günahımızın en ağır cezasını çeken zavallı sen olduğun için sonuna kadar vicdan azabı içinde kalacağım. Ne kadar yalvarsam da beni affetmeyeceğini biliyorum. Allahaısmarladık küçük kadın. Dilerim ki talihin sana yâr olsun.

      Aldatılmış insanların duyduğu ilk şiddetli acıyı duyan Necla’nın, gözlerinde kuruyan yaşlar birer zehir gibi kalbine akıyordu şimdi. Bir müddet hıçkırdı, fakat gözlerinden yaş gelmiyordu. Bunu uykuya benzer bir ağırlık takip etti. Gözleri kapanıyor gibiydi. Nihayet olduğu yerde kendinden geçti.

      Necla’nın bir oğlu dünyaya gelmişti. Doğumdan sonra şiddetli bir hummai nifasiye35 yakalandı. Kendini bilmiyor, şiddetli nöbetler içinde çırpınıyor ve söyleniyordu. Sütnine şaşırmıştı. “Loğusaya al bastı!” diye komşulara koştu. Kadınlar hastanın etrafına toplandı ve perilere kırmızı şeker ziyafet çekmenin çok faydalı olduğunu söylediler. Zavallı Necla ölümle pençeleşiyordu. Nihayet getirilen doktor onun hemen hastaneye nakledilmesini söyledi. Doktorlar kurtulmasından ümidi kesmişlerdi. Necla hastanede kendinden geçmiş bir haldeyken Sıdıka da evde canından usanmıştı. Kâmi’nin getirip başına bela ettiği bu kızın şimdi de doğurduğu çocuk hasta olmuş ve o da başına ayrı bir bela olmuştu. Ne yapacağını şaşırmış, öteye beriye koşuyordu.

      Günler geçiyordu. Necla uzun bir uykudan uyanmış gibi bir ay sonra kendine gelmeye başladı. Ne olmuştu? Neredeydi? Korkulu bir rüyadan uyanan insanın, gördüğü kâbusu hatırlamaktan ürkmesine yol açan bir dehşet içinde kimseye bir şey soramıyordu.

      Sıdıka’yı yanında ilk görüp tanıdığı gün solgun yüzünde beliren hafif bir tebessümle ona bir şey sormak istiyordu. Sütnine onun ne sormak istediğini hemen anladığı için başını önüne eğmiş ve içini çektikten sonra kısaca “Sen sağ ol yavrum, ne yapalım,” diyebilmişti.

      Necla yüzünü hiç görmediği çocuğu için kalbinde bir yaranın acıdığını duymuş ve iki büyük yaş damlası, sararmış yanakları üzerine yuvarlanmıştı.

      Necla hastaneden çıktıktan sonra İstanbul’a dönmeyi hiç aklına getirmiyordu. Hem İstanbul’da kime gidebilecekti? Annesi daha çocukken onu başından atmıştı. Şimdi, kapıyı büsbütün yüzüne kapatabilirdi. Tekrar Nazlı Hanım’ın konağına düşmek! Bu kendisi için o kadar çetindi ki… Bunu düşünmek bile ruhuna dehşet veriyordu. O ev, tatlı emellerine şimdi artık ebedi bir mezar olmuştu. Necla’nın ne tutunacak bir dalı ne de barınacak bir bucağı vardı. Geçen günlerin hicranı kalbine sinmiş, bütün maneviyatı kırılmış, hayata ve insanlara küsmüş, yalnızlığın bütün acılarıyla şimdi baş başa kalmıştı.

      Hastaneden çıktığı gün tekrar sütninenin izbe evine gelmeye mecbur oldu. Ah bu ev ve bu oda! Mahvolan hülyaların havasıyla dolu olan bu oda, onu şimdi yakıyordu. Sedirin üstüne dermansız bir halde yığıldı.

      Sıdıka ona elinden geldiği kadar iyi bakmaya