üçüncü bölümde Profesör Langdon’ın “Bir Babil Kralı İçin Kefaret Töreni” adlı çalışmasından bir alıntıyla, ka ve fravaşi’nin Babil’deki muadilinin “yanımda yürüyen tanrım” olarak tasvir edildiğini gösteriyorum.
“Tütsü Yakma ve Libasyon” konferansımda, Ka’nın Mısır’a özgü yorumunun altında yatan fikirlerin aslında İranlıların fravaşi için kullandıkları şeylerle özdeş olduğunu söylemek gibi cüretkâr bir iddiada bulunmayı göze aldım. Ancak bu sırada böyle bir karşılaştırmanın zaten yapılmış olduğunun farkında değildim.
Ka’ya benzer bir şekilde fravaşi de besleyicilik ve doğurganlık gibi aynı fevkalade işlevlere sahiptir. Ancak fravaşi yalnızca Ulu Ana ile değil, su tanrısı veya iyi ejderha ile de ilişkilendirilir. Çünkü fravaşi su kaynağıdır ve toprağa bereket getirir. Fravaşi ayrıca teslisin ilkel yorumundaki üçüncü eleman, Savaşçı Güneş tanrısıyla özdeşleştirilir. Bu özdeşleştirme hem savaşçı güneş tanrısının ifade ettiği kötülüğün şeytani güçleri gibi genel anlamıyla hem de Kanatlı Disk gibi somut bir şekle bürünmüş haliyle yapılmaktadır
Bu açılardan fravaşi, ejderha ile yakından ilişkilendirilir. Varlığına “ilahi ve ebedi” sıfatlarının eklenmesi için, özgür iradeye sahip bir insan suretine bürünen melek ya da ruh haline gelmiştir. Aslında bütün bunlar, erken dönem İranlı psikologların içgüdünün çalışma biçimini açıklamak için giriştikleri ilkel bir çabanın dışavurumudur.
Kitabın birinci ve üçüncü bölümlerinde aslında aynı düşüncenin varyantları olan Yunanların, Babillilerin, Çinlilerin ve Malezyalıların sahip oldukları kavramlara başvuruyorum. Söderblom, Karenlerin kullandığı ilginç bir benzerliğe atıfta bulunur: Karenlerde fravaşi’nin muadili kelah’tır. (bkz. A.E. Crawley, The Idea of the Soul, 1909).
Ejderha mitinin gelişiminde astronomik etkenler çok büyük rol oynamıştır. Ancak bu konu hakkında detaylı bir tartışmaya kasıtlı olarak girmedim. Çünkü bunlar ejderha mitinin ortaya çıkışında öncelikli bir etkiye sahip değildi. Gökyüzü dünyası veya cennet kavramının ejderha hikâyesine eklenmesi pek çok yazarı, mitin ilk ve esas olarak astronomik olduğuna ikna etmekte mühim bir rol oynadı. Ancak, mitin köken itibarıyla yalnızca sulama sistemlerinin kurulması ve ölümsüzlük iksirinin bulunmasıyla ilgili olduğu açıktır.
Nil Nehri’ndeki yıllık su taşkınlarının ilk güneş takviminin oluşturulmasını sağladığı fikrini öne sürdüğümde, Sör Norman Lockyer’ın aynı iddiayı zaten ortaya atmış olduğunun farkında değildim. Hatta Lockyer, benim bu kitapta bir araya getirdiğimden çok daha fazla delille bu iddiasını desteklemektedir.
Bu konferansları hazırlarken sayısız kişiden yardım aldım. Ancak Dr. Alan Gardiner’a, Mısır dilindeki didi kelimesinin “mandrake” olarak çevrilmesinin yanlış olduğuna dikkatimi çektiği için şükran borçluyum. Ayrıca F. Ll. Griffth’e, bu kelimenin doğru anlamını açıkladığı ve bu konuyla ilgili literatürü bana sağladığı için minnettarım. Manchester Müzesi’nde Mısır Bölümü’nde yardımcı asistan olarak çalışan Winifred M. Crompton bakılmadığı takdirde büyük eksiklik yaratacak çok önemli kaynaklardan beni haberdar ederek bana destek olmuştur. Crompton ve Dorothy Davison bu kitaptaki çizimleri yaparak bana yardımcı olmuşlardır. Wilfrid Jackson, konunun anafikrini şekillendiren deniz kabukları ve kafadanbacaklılar hakkında pek çok bilgi vermiştir. Jackson ayrıca kitapta kullandığım birçok kitabı bir araya getirmiştir. Cambridge Üniversitesi’nden Dr. A. C. Haddon, Manchester’da bulunması imkânsız bazı kitapları ve dergileri ödünç vermiştir. Edinburgh Üniversitesi’nden Donald A. Mackenzie özellikle İskoçya ve Hindistan folkloru hakkında beni bilgiye boğmuştur. Rylands Kütüphanesi’nden Henry Guppy ve Üniversite Kütüphanesi’nden Charles W.E. Leigh’e çok değerli destekleri ve tahammülleri için teşekkürü borç bilirim. Burada isimlerini zikrettiğim ve zikredemediğim daha pek çok kişiye şükranlarımı sunuyorum.
Söz konusu konferansların yazıldığı bu üç yıl içinde Dr. W. H. R. Rivers, F. R. S. ve Bay T. H. Pear’ın askeri hastanedeki psikolojik çalışmalarını tecrübe ettim. Bu kitabın her sayfasında bu ilginç deneyimin izlerini görmek mümkündür.
Belki de görüşlerimi şekillendirmemde ve düşüncelerimi yönlendirmemdeki en büyük etken her şeyden çok W. J. Perry’nin teşvik edici çalışmalarıdır. Bu çalışmalar kültürel antropolojiyi gerçek bir bilim haline getirmiş ve medeniyet tarihinin ilk dönemlerinin aydınlanmasını sağlamıştır.
G. Elliot Smith
Birinci Bölüm
Tütsü Yakma ve Libasyon3
Ejderha aslında suyun hayat verme ve yok etme gücünün bir simgesiydi. Bu bölüm, suyun biyolojik kuramı ve medeniyetin diğer kökleriyle ilişkisi hakkındadır.
İster ev ister mezarlık ister mabet olsun, kaba taştan binaların dikilmesi, marangozluk ve duvarcılık zanaatı, heykel yapma, libasyon ve tütsü yakma âdetleri gibi her medeniyette görülen bu temel uygulamaların birçoğunun, benzer işler yapmakta olan diğer halklarla herhangi bir iletişim kurmadan, onların herhangi bir yönlendirmesi olmadan her halkın kendi kendine yapabileceği basit ve açık uygulamalar olduğu herkesçe kabul edilir. Ancak böyle görünüşte alelade işler incelendiğinde onların uzun ve karmaşık bir tarihe sahip oldukları görülecektir. Bir toplumda çok sayıda farklı koşulun bir araya gelerek bu koşulların o toplumdaki bir kişiyi böyle bir keşif yapmaya zorladığı âna kadar, bize şu anda çok açık gelen bu uygulamaları gerçekleştirmek için hiç kimse bir girişimde bulunmamıştır. Ayrıca bilgin mucit kendinden önceki fikirleri bir araya getirip onlardan yeni bir icat ürettiğinde bile yeni bir şey icat ettiğinin farkında değildir. Çünkü o, bu sefer yeni keşfini meslektaşlarına kabul ettirmeden önce onların muhalefetlerine karşı güç bir mücadele vermeye başlamak zorundadır. Aslında o, muhaliflerini yeni keşfine ikna etmeden önce, onların önyargılı fikirlerine ve yapmış olduğu ilerlemenin önemini anlamadaki eksikliğine karşı savaşmak zorundaydı. İnsanlık tarihi boyunca yapılan icatların çoğu, bu gibi durumlarla karşı karşıya kalmıştır. Gelenek, bize basit ve açık gibi görünen böyle icatlar ürettiğinden ya bunların tarihini araştırmak bize gereksizmiş gibi gelir ya da onların çok basit bir şekilde yapıldığını düşünürüz. Ancak bunlar üzerine tekrardan düşünmek gerekmektedir.
Dini törenlerde tütsü yakma ve libasyon âdeti çok yaygındır ve sayısız çeşitliliğe rağmen, gerçek kökenlerini ve önemlerini daha derin bir şekilde incelemek için gereksiz gibi görünen böyle akla uygun yöntemlerle açıklanması mümkündür. Sözgelimi, Profesör Toy tütsü meselesindeki bu soruları özlü bir şekilde hükümsüz bırakır. Toy, “ayinden önce yakılan tütsü gibi şeylerin yiyecek olarak kabul edildiğini, ancak zamanla bu ilkel özelliğin unutulması sonucunda geleneksel bir değerin yakma işlemiyle ilişkilendirildiğini ve daha sorunsuz bir dönemin tanrılar için ambrosia ve nektar gibi daha saf yiyecekleri gerektirdiğini, ama en nihayetinde bunlardan vazgeçildiğini” ileri sürmektedir.4
Şüphesiz ki bu, ortada elle tutulur bir kanıt olmadığı için bütünüyle geçersiz bir varsayım veya bir varsayımlar dizisidir. Dahası, bu tarz açıklamaları doğru çıkaracak herhangi bir erken dönem literatürü bulunuyor olsa bile bunlar hiçbir şeyi açıklamaz. Profesör Toy’un iddiası kabul edilse de edilmese de tütsü yakma meselesi gizemini koruyacaktır.
İddia edilen tüm bu “basit ve açık”