>
Edward S. Ellis
1000 Mitolojik Karakter
Edward S. Ellis: Ohio’da doğmuş; hayatı boyunca öğretmenlik, okul yöneticiliği ve gazetecilik yapmıştır. Kendi adıyla ve birkaç takma adla yazdığı çok sayıda kitabı ve dergi makalesi bulunmaktadır. Eserleri arasında biyografiler ve tarih kitapları da vardır. Bir dönem Amerikalı genç erkek çocuklarının başucu kitabı olmuş Deerfoot serisiyle geniş bir okur kitlesi edinmiş olan yazar, 76 yaşındayken hayatını kaybetmiştir.
Macidegül Batmaz, İzmir’de doğdu. İzmir Kız Lisesi’nde ortaöğrenimini tamamladıktan sonra Ege Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümlerinde eğitim gördü. Ardından Hacettepe Üniversitesi Türkoloji Bölümü’nde ‘’Eski Uygur Türkçesinde Tıp terimleri’’ adlı tez çalışmasıyla yüksek lisansını tamamladı. Almanya ve Belarus’ta dil eğitimi aldıktan sonra çevirmenlik alanına yoğunlaşarak çeşitli yayınevleri ve web siteleri için çeviri ve içerik üretme projelerinde yer aldı. Halen Uluslararası İlişkiler alanında yüksek eğitimini tamamlamaya çalışmakta ve Maya Kitap için kitap çevirileri yapmaktadır.
Titanlar
Giriş
Nice kelimeler vardır ki tek başlarına basit gözükmesine karşın insanlar tarafından asla tam olarak kavranıp anlaşılamayacaktır. Sonsuzluk gibi… Ne sonu ne de başlangıcı olan sonsuzluğu kavramakta en bilge insan zihni dahi aciz kalmaktadır. Ötesinde kesinlikle hiçbir şeyin olmadığı bir noktayı düşünmek ya da bitişine bir gün veya bir dakika bile yaklaşmaksızın milyonlarca yılın geçişini tahayyül etmek imkânsızdır. Nihai noktada karar kıldığımızı varsayalım. O zaman bile o noktanın ötesinde bir şeyleri hayal edeceğiz. Ardından daha da uzaklarda bir dönem belirecek ve bu böylece ad infinitum1 devam edecektir.
Aynı aşılmaz güçlük, bir İlk Neden tahayyül etmeye çalıştığımızda da karşımıza çıkmaktadır. Tanrı başlangıçtır fakat sınırlı zihinlerimiz Tanrı’yı da bir şeyin meydana getirmiş olması gerektiğini düşünür. Bu yüzden, o yaratıcı kudrete ait bir diğer ilk nedenin olması gerektiği sonucuna varırız. Hatta belki onun öncesinde de bir başka ilk neden vardır ve bu böylece sonsuza dek devam eder.
Yine de her şeyin bir boşluktan ibaret olduğu, başka bir deyişle hiçbir şeyin var olmadığı bir dönemin olması gerektiğini biliyoruz. Ne kadar uygarlaşmamış olursa olsun her halk, İlk Neden’e dair bir tür kavrayış, açıklama ve öyle ya da böyle sağlam bir inanca sahiptir. Bu kavrayış, toplumdan topluma hatta kişiden kişiye değişkenlik gösterir. Biri için erdem olan öteki için ahlaksızlık olabilir. Vücut veya yüz güzelliği ya da çirkinliği de göreceli şeyler olduğundan farklı halklar tarafından birbirinin zıddı olarak algılanabilir.
Yunanlar ile Romalılar, kendi varlıklarını ve her şeyin başlangıcını izah eden bir teori oluşturmak zorunda kalmışlardı. Bu teorinin temeli ise çevrelerini saran muhteşem doğa harikalarında yatıyordu. Küçücük tohumdan biten kocaman ağaç, patlayan tomurcuklar ile goncalar, çiçeklerin değişen renk ve kokuları, gündüz ile gecenin birbirini takip etmesi, kayaları yaran yıldırımlar ve çakıp sönen şimşekler, fırtınanın hiddeti, nehirlerin akışı, yükselen dağlar, şirin vadiler ile çiy, yağmur, bulutlar ve dört bir yanda değişen manzara, uzay boyunca yanıp sönen dünyaların görkemli hareketi hep birlikte kesin olarak bir İlk Neden’e işaret etmektedir. Bütün bu şeyleri en başta meydana getiren o İlk Neden’dir. Eşyanın daimi düzenini, gezegenlerin mucizevi şekilde dizilişini ve asla değişmeyen doğa kanunları uyarınca mevsimlerin muntazam biçimde birbirini izlemesini sağlayan odur.
Yunanlar ve Romalılar için tarihin bize anlattığından çok daha uzak bir zaman vardı. Bu zamanda ne kara ne de su mevcuttu. Ayrıca yeryüzü ile içindeki ve üzerindeki her şey de “biçimsiz ve boş”tu. O sisli ve bulutlu karmaşanın üzerini ise tanrı Kaos kuşatmıştı. Tahtını gece tanrıçası Nox ile paylaşmaktaydı. Zamanla bu birlikten sayısız mit türeyip gelişti. Bu mitler kendilerine özgü yaratıcı ama çoğu zaman da grotesk üslupla yaratılışın çeşitli safhalarını izah etmekteydi. Nihayet bütün bu efsaneler belirginleşerek o zamandan beri şair ve yazarlara ilham veren tek bir literatüre ya da mitolojiye dönüştü.
En bilgili mitoloji uzmanları günümüze ulaşmış çok sayıdaki mite dair farklı analizler yapmaktadır. Gelgelelim, onların bu farklı analizleri iki belli sınıfa veya bölüme ayrılabilir. Bunların ikisi de kendi taraftar ve destekçilerine sahiptir.
İlk ekolde filologlar, ikincisinde ise antropologlar yahut karşılaştırmalı mitoloji uzmanları vardır.
Filoloji, bilhassa da felsefi bir şekilde ele alınarak dilin incelenmesiyle ilgilidir. Bu ekole göre “tıpkı istiridyenin bir hastalık nedeniyle inci yapması gibi” efsaneler de “dilin geçirdiği bir hastalığın” sonucudur. Bu yüzden, tüm mitolojilerin anahtarının dillerde gizli olduğunu söylerler. Tanrılara atfedilen isimler başlangıçta bulutlar, rüzgârlar, yağmur, gün ışığı gibi doğa olaylarına işaret etmekteydi. Filologlar Latince, Yunanca ve Sanskritçe gibi antik dönemin büyük dillerinin çok daha eski tek bir kaynağa dayandığını ortaya koymaktadır. Ayrıca bu düşüncelerine kanıt olarak aynı aileye ait farklı dillerde en sıradan kelimelerdeki benzerliğe işaret etmekte ve bu kelimelerin çok az ya da önemsiz bazı değişimler geçirdiklerini göstermektedirler.
Filologlar arasındaki en büyük otorite “ilk dönem” süresince Orta Asya’da bir kabile olduğunu, bu kabilenin tek heceli sözcüklerden oluşan bir dil konuştuğunu ve bu dilin de Turan, Aryan ve Semitik dillerin çekirdeklerini içerdiğini iddia etmektedir. Bu çağa Rematik2 Dönem adı verilir. Ardından Göçebelik Dönemi ya da Eklemeli Dönem gelir. İşte bu dönemde dil yavaş yavaş “formatif sistemin o özel mührünü kazanmıştır ki Aryan ya da Semitik adı altında oluşmuş tüm diyalektler ve milli deyimlerde bu mührü hâlâ görmekteyiz.” Söz konusu diller üç binin üzerinde diyalekti kapsamaktadır.
Aynı otoriteye göre Eklemeli Dönemin ardından “her yerde aynı karakteristik özelliklerle temsil edilen Mitolojik ya da Mit-sel Çağ” gelir.
İsminin işaret ettiği üzere bahsi geçen bu son dönemde mitsel bilgi evrilip gelişti. Günümüzde Amerikan yerlilerinin yaptığı gibi, ilkel insan da kendine has tarzıyla fizik kanunlarının işleyişini açıklamak için kendi tutku ve duygularını cansız varlıklara aktarmıştı. Fırtına hiddetlendiğinde ve göğü delip geçen yıldırım, dağ meşesini paramparça ettiğinde Kızılderili “Yüce Ruh kızdı,” der. Tabiat sakin ve huzurluyken, Büyük Ruh mutludur. Onun etrafını sarmış olan ve savaşçının zarar görmesi için uğraşan habis güçler ise kötücül bir ruhun işleridir. Hatta gökcisimleri bile kişileştirilir. “Şiir o eski ve canlı doğa teorisini zihinlerimizde o denli diri tutmuştur ki okyanusta çıkan bir hortumu korkunç bir dev yahut deniz canavarı olarak hayal etmemiz ve uygun bir mecazla onun okyanusu aşmasını tasvir etmemiz hiç zor değildir.”
Yunan tanrıları ve kahramanlarının adları, Sanskritçede fiziksel şeylere verilmiş adlarla genel bir benzerlik gösterdiğinden yaşamış olan en eski insanların ilk hayallerini ve düşüncelerini anlamak nispeten kolaydır. Filologların savına göre bu hayaller ve düşünceler, bugün dünyanın en uzak köşelerine yayılmış ulusların pek çoğunun birlikte yaşadığı ve ortak bir dil kullandığı o uzak dönemde kesin şekline kavuşmuştur. Bu yekpare ve birleşik halkın yavaşça dağılmasının ardından dil değişime karşı hassas hale geldi. Pek çok kelime yalnızca orijinal anlamlarını yitirmekle kalmayıp bazı durumlarda tam tersi bir anlam da kazandı. Yine zaman içinde başka kelimeler de tamamen kayboldu. “Gökyüzü ya da Güneş gibi kişileştirilmiş varlıklardan bilinçli bir şekilde mitsel bir dil kullanılarak bahsedildiği sürece bunlara dair efsanelerin anlamı tartışmaya açık değildir ve onlara atfedilmiş eylem ise genellikle tabi ve uygundur.” Ne var ki bu isimlerin yalnızca ilahlara ya da kahramanlara ait olduğu zaman gelecekti. Bunu izleyen çağların karmaşa ve düzensizliği arasında mitleri başlangıçtaki kaynak ve anlamlarına geri götürmek neredeyse imkânsızdır. İşte filologların mit yorumlarına dair yaptığı özet böyledir.
Tüm tabiatıyla ele alındığında antropoloji,