Helen Archibald Clarke

Mitoloji Rehberi


Скачать книгу

diye seslenmiş Manabozho’ya, “Eldivenini düşürmüşsün, getirdim.”

      “Öyle mi?” diye sormuş Manabozho durumdan habersiz davranarak. “Farkında değilim ama eldiveni sakın atma, karda ıslanır.”

      Delikanlı yine de eldiveni fırlatmış ve gitmek üzereyken Manabozho bağırmış: “Dur bakalım evlat! Sizin tek yediğiniz şey gerçekten bu mudur? Rakundan başka şey yemez misiniz? Söyle bakalım.”

      “Evet, sadece rakun,” diye cevap vermiş genç ağaçkakan. “Başka hiçbir şeyimiz yok.”

      “Babana söyle, benim ziyaretime gelsin. Yanında da bir çuval getirsin. Ona rakunun yanında yenebilecek bir şeyler vereceğim.”

      Genç ağaçkakan eve dönüp Manabozho’nun mesajını babasına ilettiğinde, yaşlı ağaçkakan bu davete burun kıvırmış. “Bu zavallı adam neyi var zannediyor merak ediyorum doğrusu!”

      Yine de bu misafirperver daveti geri çevirememiş, bu yüzden eline çuvalını alıp Manabozho’nun kulübesine doğru yola koyulmuş.

      Manabozho, yaşlı ağaçkakanı büyük bir törenle karşılamış. Kapıda durmuş, onun gelişini bekleyen Manabozho ağaçkakanı görür görmez, o daha çok uzaktayken hoş geldin demek için eğilip kollarını açmış. Ağaçkakan da gagasını eğip yerde sağa sola zıplayarak ve kanatlarını sonuna kadar açıp göğsüne doğru çarparak uygun bir karşılık vermiş.

      Ağaçkakan nihayet kulübeye vardığında, Manabozho hava şartları, arazinin durumu ve özellikle de av hayvanlarının yetersiz oluşuyla ilgili çeşitli konulardan bahsetmiş.

      “Ama bizde,” demiş, “her zaman yeteri kadar yiyecek olur. İçeri gel, buradan karnın aç dönmezsin benim yüce gönüllü kardeşim.”

      Manabozho daima kendine verileni karşılıksız bırakmamakla övünürmüş; ağaçkakana uyum sağlamak için kulübesini büyük, kuru bir melez çamının etrafına taşımış.

      “Sana ne hazırlasak?” diye sormuş ağaçkakana. “Biz ne yiyorsak sana da onu ikram edeceğiz.”

      Bunun üzerine yerinden kalkarak ağacın üzerine zıplamış ve tıpkı ağaçkakan gibi başını bir o yana bir bu yana çevirerek yukarı çıkmaya çalışmış ama sürekli ayağı kayıyormuş. Arada bir sanki gagası varmış gibi ağaca vuruyor ve geri çekiliyormuş ancak bir tane bile rakun yakalayamamış. Burnunu ağacın gövdesine o kadar sık çarpıyormuş ki sonunda burnu kanamaya başlayınca yere yığılmış.

      Ağaçkakan yerinden fırlayarak davuluna ve çıngırağına hızlıca vurmaya başlamış ve sonunda Manabozho’yu kendine getirmeyi başarmış.

      Aklı başına gelince, Manabozho bu başarısızlığı yüzünden karısını suçlamaya başlamış ve konuğuna şöyle demiş:

      “Nemeşo, şu senin yakın akraban olan kadın var ya, işte bu başarısızlığın sebebi odur. Onun yüzünden işe yaramaz adamın teki oldum. Onunla evlenmeden önce rakun da yakalardım.”

      Ağaçkakan hiçbir şey söylemeyip ağacın üzerine uçmuş ve birkaç rakun yakalamış.

      “İşte,” demiş. “Bu iş böyle yapılır!” Sonra da sanki ayağını basmaya değmezmiş gibi gagasını havaya kaldırarak eşikten geçip Manabozho’yu küçümseyerek kulübeden ayrılmış.

      Bu ziyaretin ardından Manabozho bir gün kulübesinde başı öne eğik oturuyormuş. Rüzgârın bir ıslık sesi halinde estiğini fark etmiş ve kulak verince bunun kendisiyle konuşan bir ses olabileceğini düşünmüş. Rüzgâr sanki şöyle diyormuş:

      “Yüce şefim, neden üzgünsün? Ben senin dostun, koruyucu ruhun değil miyim?”

      Manabozho hemen çıngırağına sarılmış ve oturduğu yerden kalkmadan her öne kapanışında “Wha lay le aw” nakaratlı ilahiyi söylemeye başlamış.

      Sıkıntılı zamanlarında söylemeye alıştığı bu kendine özgü ilahisini mırıldanırken biraz düşünmüş, sonra çıngırağını bir kenara bırakarak oruç tutmaya karar vermiş. Bunun için batmakta olan güneşi gören bir mağaraya gitmiş, karısına orucu bitene kadar onun da çocuklarının da kendini rahatsız etmemesini tembihledikten sonra yaktığı küçücük ateşin yanına uzanmış.

      Yedi günün sonunda, zayıflamış ve ruhlarla iletişime geçmişçesine ruh gibi solgun bir halde kulübesine geri dönmüş. Bu sırada karları eşeleyen karısı, yer mantarı adı verilen birkaç bitki bulmuş. Bunları kaynatıp kocasının önüne koymuş ve ellerindeki tek yiyecek buymuş.

      Bu hafif yemeği bitirince, Manabozho neler olacağını görmek için kapıdaki yerini almış. Elinde yay ve oklarla dolu sadağıyla öylece dururken kilometrelerce uzaktan bir geyiğin geçtiğini görmüş ancak atacağı hiçbir ok ona isabet edemeyecek durumdaymış.

      Bir süre sonra havada bir ses duymuş ve kafasını kaldırıp baktığında büyük bir kuş sürüsünün geçtiğini görmüş ama o kadar uzaktalarmış ki beyhude bir çabayla oklarını kaybedebilirmiş.

      Yine de tetikte beklemeye devam etmiş ve şansının dönmek üzere olduğundan çok eminmiş. O sırada kulübeye sırtlarındaki sırıkta semiz bir ayı taşıyan iki avcı yaklaşmış, ayı o kadar tombulmuş ki taşımak için iki kişinin gücü anca yetiyormuş.

      Kulübenin kapısına geldiklerinde avcılardan biri Manabozho’nun nerede yaşadığını sormuş.

      “İşte burada,” diye cevap vermiş Manabozho.

      “Adını çok duydum,” demiş avcılardan biri. “Seni görmeyi çok istiyordum ama sihirli güçlerini kaybetmişsin. Tüm gücünü kaybettiğine emin misin?”

      Manabozho bu konuda kendisinin de bir şey bilmediğini söylemiş.

      “Bir deneme yapsanız,” demiş avcı.

      “Ne denemesi?” diye sormuş Manabozho.

      “Bu benim arkadaşım,” demiş avcı yanındaki adamı göstererek. “Eve taşıdığımız bu ayının sahiplerinden biri. Bakalım onu bir kaya parçasına dönüştürebilecek misin?”

      “Pekâlâ, deneyelim bakalım,” demiş Manabozho ve ağzından daha tek kelime çıkmışken diğer avcının bir kayaya dönüştüğünü görmüş.

      “Şimdi onu tekrar eski haline getir,” demiş avcı.

      “Yapamam, işte gücüm burada bitiyor.”

      Avcı şaşkın bir ifadeyle kayaya bakakalmış.

      “Ne yapacağım ben şimdi?” diye sormuş. “Bu ayıyı asla tek başıma taşıyamam, eve gidene kadar ayıyı parçalamayacağımıza dair anlaşmıştık. Arkadaşımı eski haline getiremez misin Manabozho?”

      “Dileğini yerine getirmek isterdim ama bu kontrolüm dışında,” demiş Manabozho.

      Bunun üzerine mutsuz ve şaşkın bir ifadeyle yeniden kayaya bakan avcı, kulübenin kapısında yatan ayıya kederli bir bakış atarak hem ayıyı hem de arkadaşını kaybetmenin verdiği hüzünle ağlayarak uzaklaşmış.

      Manabozho çocuklarını kırmızı söğüt dalı almaya yolladığında avcı gözden kaybolmak üzereymiş. Söğüt dallarını almış, hayvan ve kuş dostlarını ziyafete davet etmeye yarayacak eşit uzunlukta parçalar kesmiş. Ağaçkakan ve ailesini unutmadan her birine kırmızı bir sopa göndermiş.

      Kulübeye varan misafirler böyle bir kıtlık zamanında kendileri için bu kadar çok et hazırlandığını görünce şaşırmışlar. Manabozho, bu şaşkınlığı onların gözlerinde görmüş ve böyle bir gövde