kadar uzakta olması gerektiğini, yoksa uğursuzluk getireceğini söylemiş.
Bir süre sonra, her daim yaramazlık peşinde olan Manabozho, kendi kendine, “Büyükannem neden tam burada oruç tutmamı istiyor, neden endişeleniyor?” diye düşünmeye başlamış.
Ertesi gün mesafeyi biraz azaltınca büyükannesi hemen, “Biraz daha uzaklaş!” diye bağırmış ama yaramaz olduğundan Manabozho, kulübeye yaklaşsa da uzaklaşıyormuş gibi görünebilmek için alçak bir sesle bağırmaya başlamış ve o kadar yaklaşmış ki kulübede olan biteni görebilir hale gelmiş.
Pusuya yatalı çok geçmeden, omuzlarından sırtına doğru bir çalı gibi uzanan upuzun saçları olan yaşlı bir büyücünün kulübeye girdiğini görmüş. Onun hakkında konuşmaya başladıklarını duymuş ve bu sırada ikisinin kafası birbirine o kadar yakınmış ki Manabozho onların öpüştüğünden emin olmuş. Birinin saygıdeğer büyükannesine böyle bir cürette bulunmasına öfkelenerek kendisine yapılan bu hakareti cezalandırmak için yanan bir kömüre üfleyerek yaşlı büyücünün saçlarına dokunmuş. Maalesef yaşlı büyücü, büyükanneyi bir kez daha öpecek zaman bulamadan alevleri hissetmiş ve havaya sıçramış. Bunun üzerine ateş harlanınca, bir ateş topu gibi parlayarak kırlara doğru koşmaya başlamış.
Bu esnada oruç tuttuğu yere kaçan Manabozho, kalbi kırık bir halde ve açlıktan ölmek üzereymişçesine haykırmış: “Noko! Noko! Eve dönme vaktim geldi mi?”
“Evet!” diye bağırmış büyükannesi ve kulübeye vardığında, “Etrafta bir şey gördün mü?” diye sormuş.
“Görmedim,” demiş çocuksu bir samimiyetle ve olabildiğince saf görünerek. Bunun üzerine büyükannesi ona yakından bakmış ve hiçbir şey söylememiş.
Manabozho orucunu bitirmiş; bu sürede sinsice yirmi tombul ayı, altı düzine kuş ve iki nefis geyik tüketmiş; savaş şarkılarını söylemiş ve savaşa hazır halde kanosuna binmiş.
Savaşta kullanacağı silahların yanı sıra büyük miktarda yağ da stoklamış. Gece gündüz demeden yoluna devam etmiş çünkü sadece istemesi veya konuşması, kanoyu hareket ettirmeye yetermiş. Sonunda alevli yılanların görüş alanına varmış, onları incelemek için durmuş ve birbirlerinden biraz uzakta olduklarını ve durmaksızın püskürttükleri alevlerin geçit boyunca uzandığını görmüş. Onlara günaydın diyerek arkadaşça konuşmaya başlamış ancak yılanlar “Seni tanıyoruz Manabozho, buradan geçemezsin,” demişler.
Ancak elbette ki Manabozho bu kadar kolay vazgeçmemiş. Sanki geri dönecekmiş gibi kanosunu döndürürken birden dehşet verici bir sesle bağırmış:
“Arkanızdaki de ne?”
Tetikte bekleyen yılanlar birden başlarını çevirmiş ve Manabozho göz açıp kapayana dek aralarından geçip gitmiş.
Sonra dönüp, “Pekâlâ, hamlemi beğendiniz mi?” demiş.
Ardından yayını ve mızraklarını alıp dikkatlice nişan alarak yılanların her birini tek tek vurmuş çünkü yılanlar tek bir noktaya sabitlenmiş ve hiçbir yere dönemiyormuş. Devasa bir uzunlukları ve pasparlak renkleri varmış.
Böylece muhafız yılanları atlatan Manabozho, kanosuyla yoluna devam ederek gölün zift kısmına gelmiş, bu suya dokunan her şey yapışıp kalırmış ancak Manabozho hazırlığını yaparak kanosunu baştan sona yağlamış ve kolaylıkla burayı aşarak o zamana dek bu sudan geçen ilk kişi olmuş.
“Ziftin içinden geçmek için biraz yağ kullanmaktan daha iyi bir yol yoktur,” demiş kendi kendine.
Artık kara görünmüş, Nurlu Manito’nun kulübesi uzaklardaki tepenin üzerindeymiş.
Tokmaklarını ve mızraklarını sıraya koyan Manabozho, gün ağarırken bağırıp çağırarak, davulunu çalarak ve sesinin üç katı yüksekliğinde haykırarak saldırmaya başlamış:
“Etrafını sarın! Etrafını sarın! Koşun! Acele edin!” diye bağırarak çok sayıda yandaşı varmış gibi bir izlenim yaratmış. “Büyükbabamı sen öldürdün,” diye bağırarak bir orman dolusu mızrağı fırlatmış.
İnci Tüyü bir güneş gibi parlayarak tepede belirmiş ve Manabozho’nun mızraklarına dolu gibi yağan bir ok fırtınasıyla karşılık vermiş.
Savaş bütün gün boyunca sürmüş ve Manabozho üç mızrak dışında hepsini boşa fırlatmış çünkü Nurlu Manito, saf wampum giysiler içindeymiş ve Manabozho, Manito’nun ellerinden çıkıp çam ağaçları gibi dört bir yanını saran sert darbelerden ancak sağa sola yaptığı muazzam sıçrayışlarıyla kurtulabilmiş. Büyük bir ağaçkakan uçarak yanından geçip bir ağacın dalına konduğunda fena halde yaralıymış ve bilincini kaybetmek üzereymiş. Ağaçkakan, evinin yakınındaki kırlardan uçup gelen tanıdık bir kuşmuş.
“Manabozho,” demiş, “düşmanının zayıf bir noktası var. Başının tepesindeki saç tutamına ateş et.”
Manabozho ilk mızrağını fırlatınca düşmanının sadece birkaç damla kanını akıtabilmiş. Manito biraz sendeledikten sonra toparlanmış. Bunun üzerine müzakerelere başlamış ama Manabozho artık rakibinin yumuşak karnını öğrendiğinden, oyalanmaya hiç niyeti yokmuş ve Nurlu Manito’yu dize getirecek bir mızrak daha fırlatmış ve kafasına daha iyi nişan alabileceği şartlar oluştuğunda üçüncü mızrağı da atarak Manito’yu yere sermiş ve öldürmüş.
Bunun üzerine Manabozho, büyük bir savaş çığlığı atmış, davulunu çalmış ve Manito’nun kafa derisini savaş ganimeti olarak almış ve ağaçkakanı yanına çağırarak verdiği ipucunun ödülünü alması için Nurlu Manito’nun kanını kafasına sürmüş. İşte ağaçkakanın kafası bu yüzden bugün bile kırmızıdır. Manabozho, zafer coşkusuyla davulunu hiddetle çalarak ve şarkılarını yüksek sesle söyleyerek evine dönmüş. Büyükannesi kıyıda onu savaş dansıyla karşılamaya hazırmış ve bu dansı, yaşına göre çok başarılı bir şekilde sergiliyormuş.
Manabozho’nun yüreği kabarmış, içine bir alev düşmüş ve daha fazla maceraya atılmak için karşı konulmaz bir arzuya kapılmış. Güçlü İnci Tüyü’nü yok etmiş, yılanlarını öldürmüş ve tüm hilelerinden ve cazibesinden kurtulup büyük bir kara savaşından galip gelmişti ve böylece bir sonraki galibiyet sırası suya geçmiş.
Bunun üzerine bir balıkçı olarak hünerlerini test etmiş ve öyle başarılı olmuş ki devasa büyüklükte ve yağ bakımından oldukça zengin bir balık yakalamış. Balıktan çıkan yağla küçük bir göl oluşturabilmiş. Cömertçe davranıp hinlik güderek bir plan yapmış, tanıdığı tüm kuşları ve hayvanları davet etmiş ve ziyafete hangi sırayla katıldıklarını, gelecekte ne kadar şişmanlayacaklarının bir göstergesi olarak kabul etmiş. Davetliler gelir gelmez göle dalmalarını ve keyiflerine bakmalarını söylemiş.
Sahneye ilk çıkan ayı olmuş, sudan uzun uzun içmiş. Sonrasında geyik, keseli sıçan ve konforlu kürkleriyle tanınan ailenin diğer üyeleri gelmiş. Kanada geyiği ve bizon hımbıl davranmaya devam etmiş ve hiçbir zaman etine dolgun olduğu görülmeyen keklik, ziyafet stokları tükeninceye dek beklemiş. Tavşan ve kırlangıç göl kenarına geldiğinde bir lokma bile yiyecek kalmamış ve sonuç olarak tüm bu canlılar içinde en zayıf onlar kalmış.
Tören bittiğinde Manabozho arkadaşlarına, etrafında toplanan kuşlara ve hayvanlara ortamın biraz eğlenmek için uygun olduğunu söylemiş ve davulunu eline alarak haykırmaya başlamış:
“Güneyden yeni bir şarkı geliyor, haydi dostlarım dansa!”
Töreni