çıkagelince, kendine güzel bir çadır buldu ve oraya saklandı. Görebildiği tek şey, çok ciddi ve ağırbaşlı bir görüntüsü olan, saçları ağarmış, heybetli (sogmoye) görüntüsünü bir çift uzun ve saygıdeğer kulakla taçlandırmış bir adamdı. Yabankedisi soluk soluğa kalmış bir halde ona bu tarafa doğru koşan bir tavşan görüp görmediğini sordu.
“Tavşanlar!” diye bağırdı yaşlı adam. “Neden soruyorsun ki, elbette gördüm. Ormanda bir sürü var. Her gün düzinelerce görüyorum.” Bu sözlerin üzerine yaşlı adam, yabankedisine kibarca bir süre onu ağırlamayı teklif etti. “Ben yaşlı bir adamım,” dedi ciddi bir tavırla. “Hem de yalnız yaşayan yaşlı bir adam. Sizin gibi saygıdeğer bir konuk benim için bir lütuftur.” Bu sözlerden çok etkilenen kedi teklifi kabul etti. Güzel bir akşam yemeğinden sonra ateşin yanına uzandı ve bütün gün koşturduğu için hemen uykuya dalarak sabaha kadar deliksiz uyudu. Ama uyandığında kendini karların içindeki çalılıklarda neredeyse açlıktan ölmek üzere bulunca dehşete kapıldı. Sefil bir haldeydi! Rüzgâr, canını almak isteyen bir sertlikte esiyor, sanki iliklerine işliyordu. Sonra aptal olduğunu, sihirle kandırıldığını anladı ve tavşanı öldürmek için dişleri ve kuyruğu üzerine bir kez daha yemin etti. Ortada çadır falan kalmamıştı; bir tek eşelenmiş karlara tutturulmuş bir ladin dalı kalmıştı ama tavşan, bu kadarcık şeylerden bile büyük bir hezeyan yaratmıştı.
Yine bütün bir gün boyunca koştuktan sonra gece çökünce tavşan, önceki güne kıyasla daha çok zamanı olduğundan karda daha geniş bir alan açtı ve etrafa bir sürü dal serpti; bu kez daha büyük bir şey inşa edecekti. Yabankedisi oraya vardığında, büyük bir Kızılderili köyüyle karşılaştı. İnsanlar bir o yana bir bu yana koşturuyordu. Gördüğü ilk bina bir kiliseydi ve içeride ayin vardı. İçeri girip karşısına çıkan ilk kişiye “Hu! Buradan geçen bir tavşan gördün mü?” diye sordu.
“Şşt!” diye yanıtladı adam. “Böyle sorular sormadan önce ayinin bitmesini beklemelisin.” Ardından genç adam onu içeri davet etti ve yabankedisi, kindar ve açgözlü olmanın kötülüğüyle ilgili uzun bir vaaz dinledi. Vaiz, ak saçlı bir ihtiyardı ve kulakları, küçük şapkasının üzerinden sürahinin kupları gibi dikiliyordu. Vaazda söylenenlerin hiçbiri yabankedisinin yüreğine dokunmadı ve vaaz biter bitmez yardımsever adama dönerek, “Şimdi söyle, buradan geçen bir tavşan gördün mü?” diye tekrar sordu.
“Tavşanlar! Tavşanlar!” diye yanıtladı genç adam. “Buralardaki sedir bataklıklarda her gün yüzlerce tavşan oluyor, ne kadar istiyorsan al.” “Ah!” dedi yabankedisi. “Ama benim aradığım onlar değil. Benimki tamamen farklı bir tür.” Bunun üzerine adam orman tavşanlarından başka tavşan bilmediğini, belki de bilge Şeflerinin ya da Chiei’lerinin başka türdeki bir tavşandan haberdar olabileceğini söyledi.
Sonra Şef, Sagamore, yanlarına geldi. Vaiz gibi, onun da çok dikkat çekici bir görüntüsü ve ak saçları vardı; başının iki yanından uzun bukleler uzanıyordu. Bu yabancıyı evine davet etti ve güzel iki kızı misafirlerine bir akşam yemeği hazırladı. Yabankedisi dinlenmek isteyince ona battaniyeler ve güzel bir beyaz ayı postu getirdiler ve ateşin yanına onun için güzel bir yatak hazırladılar. Yabankedisi, yine kafasını koyar koymaz uykuya daldı ve uyandığında büyük bir değişiklikle karşı karşıya kaldı. Bu sefer, ıslak bir sedir bataklığında yatıyordu ve rüzgâr öncekinin on katı sertlikteydi. Akşam yemeği ve gece uykusu ona pek iyi gelmemişti çünkü bunlar da bir başka hezeyandan fazlası değildi. Etrafında tavşan ayak izleri ve kırık dallardan başka bir şey göremedi.
Yeniden, çok daha öfkeli bir şekilde ayaklandı ve ondan intikam alacağına dair kuyruğu, pençeleri ve dişleri üzerine korkunç yeminler etti. Bütün gün koşturdu ve o gece başka bir büyük köye yaklaşınca, soluk soluğa “Buralardan… geçen bir tav…şan gördünüz mü?” diye sordu. Büyük bir endişe ve nezaketle köylüler ona sorunun ne olduğunu sordu. Yabankedisi bütün hikâyeyi anlatınca, köylüler ona acıdılar ve hatta iki güzel kızı olan yaşlı bir adam – kabile reisi – gözyaşları içinde onu teselli etti ve geceyi onlarla geçirmesini söyledi. Hep birlikte ortada ateşin yandığı geniş bir salona gittiler. Ateşin üzerinde çorba ve etle dolu iki tencere kaynıyordu ve ateşin başındaki Kızılderililer, herkese payını dağıtıyordu. Yabankedisi de payına düşeni aldı ve hep birlikte bir ziyafet çektiler.
Yemek bittiğinde, kır saçları ve başının yanından dökülen saygıdeğer lüleleriyle Şef, misafirini selamlamak için uzun bir konuşma yaptı ve misafir ağırlamanın bir gelenek olduğunu ancak misafirden de bir şarkı söylemesini beklediklerini anlattı. Bunun üzerine sesiyle övünen yabankedisi, tavşanlardan alacağı intikamı namelere döktü:
Onlardan öylesine nefret ediyor,
Onları öylesine hor görüyor,
Onlara öylesine gülüyorum ki,
Hepsinin kafa derisini yüzeceğim!
Sonra Şef’ten bir şarkı söylemesini istedi. Şef bu isteği kabul etti ancak salondaki herkesten başlarını eğip gözlerini kapamalarını istedi, onlar da söyleneni yaptı. Sonra Şef Tavşan, tek bir hamlede misafirlerin kafalarını uçurdu ve zıplarken timheyenini, baltasını çekerek yabankedisinin kafasında derin bir yara açtı ancak bu onu sadece sersemletti, öldürücü bir darbe olmadı. Ertesi sabah uyanan yabankedisi, kendini yine kar, çamur ve pisliğin içinde, her zamankinden daha aç halde buldu; kafası aldığı korkunç darbe yüzünden kanıyordu ve neredeyse ölmek üzereydi. Tüm bunlara rağmen içindeki Kızılderili şeytanı her zamankinden daha güçlüydü çünkü yediği her kazık, içindeki intikam ateşini harlıyordu. Bu kez kuyruğu, pençeleri, dişleri ve gözleri üzerine yemin etti.
O gün kafasındaki yara yüzünden zar zor yürüyebildiğinden, çok uzaklaşamadı. Yorgunluktan bitkin düşmek üzereyken, öğle vakti iki güzel çadıra rastladı. Birinde kır saçlı bir ihtiyar, diğerinde ise onun kızı olduğunu düşündüğü genç bir kadın vardı. Onu kibarca karşıladılar, başından geçenleri dinlediler, ona üzüldüler ve yaşlı adam onlarla kalmasını, ona bir doktor bulacağını söyledi çünkü yarasına hemen müdahale edilmezse yabankedisi ölecekti. Çok endişelenen adam, kızını bu yorgun ve yaralı misafire bakması için orada bırakarak doktor aramaya gitti.
Nihayet doktor geldi, o da kır saçlı yaşlı bir adamdı ve kafa derisi tuhaf bir biçimde iki boynuz şeklinde bölünmüştü. Ancak sürekli kandırılan yabankedisi, bu kez şüphelenmeye başlamıştı çünkü iyi niyeti sürekli suiistimal edilen kişi, haliyle bir süre sonra her şeyden kuşkulanırdı. Doktora gaddarca bir bakış atan yabankedisi, “Buralarda hiç tavşan gördünüz mü diye soracaktım ama sizi bir tavşana benzettim doğrusu. Burnunuz nasıl yarıldı öyle?” diye sordu. “Ah, cevabı çok basit,” dedi yaşlı adam. “Bir gün wampum boncukları dövüyordum, o sırada taş ikiye yarıldı ve bir parçası yüzüme fırlayarak burnumu ikiye ayırdı.”
“Peki ya ayak tabanlarınız neden bu kadar sarı; bir tavşanı aratmayacak kadar hem de?” diye ısrar etti yabankedisi. “Çünkü tütün ayıklıyordum ve ellerim dolu olduğu için ayaklarımı kullanmak zorunda kaldım. Ayaklarım o yüzden sarıya boyandı.” Bunun üzerine yabankedisi şüphelerini bir yana bıraktı ve doktor yarasına merhem sürdü, artık kendini daha iyi hissediyordu. Ama sabah uyandığında bir kez daha içine gömüldüğü o sefalet! Üstelik bu defa sefaletin uç noktasındaydı. Başı inanılmaz derecede şişmişti ve ağrıyordu, iyice açılan korkunç yara baldıran otları ve çam ağacı kıymıklarıyla doluydu. Belli ki doktorun sürdüğü merhem bunlardı! Bunun üzerine karşısına çıkacak ilk canlıyı öldüreceğine ant içti! Tavşan veya bir Kızılderili, kim olduğu umurunda değildi.