Robert Leighton

Viking Kılıcı


Скачать книгу

bert Leighton

      Viking Kılıcı

      Robert Leighton, (5 Haziran 1858 – 11 Mayıs 1934) İskoç gazeteci, editör ve yazardır. Gazeteciliğe 14 yaşında Liverpool Porcupine’da başlayan Leighton, 1879’da Londra’ya taşınmış ve burada Young Folks dergisinin yardımcı editörü olarak görev yapmaya başlamıştır. Robert Louis Stevenson’ın klasik eseri Hazine Adası bu dergide tefrika edilirken de editör kadrosunda yer alan Leighton buradan ayrıldıktan sonra kariyerine Daily Mail’in edebiyat editörü olarak devam etmiştir. Hayatı boyunca elliden fazla kitaba imza atmış olan yazar özellikle macera hikâyeleri, dönemin başarılı yazarlarından olan eşi Mary Conner’la birlikte kaleme aldıkları melodramlar, köpekler hakkında kitaplar ve erkek çocukları için çıkarılan dergilere yazdığı hikâyeleriyle tanınmaktadır.

      Berke Kılıç, Adana’da doğdu; ilköğretim ve lise eğitimini orada tamamladı. 2015 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Hemen ardından bir yayınevinde editör olarak çalışmaya başladı. 2016 yılından beri kariyerine serbest redaktör ve çevirmen olarak devam ediyor. Onlarca İngilizce romanın Türkçeye kazandırılmasında emeği geçti.

      I

      BUTE CADISI

      “Ah keşke Kenric burada olsaydı!”

      1262 yılının Haziran ayının aydınlık bir pazar gününün akşam saatlerinde genç kız, endişeyle ellerini birleştirip denize açılan çakıllı yatağında neşeyle şıkırdayan suyun yanında huzursuzca ileri geri yürüdü. Gri yünden, geniş, basit elbisesi ve kıpkırmızı ipek kuşağıyla kilometrelerce alan içinde görülebilecek tek figür onunkiydi. Güneyde Arran’ın mavi dağları ve batıda, Boğaz’ın kuzeyinde batan güneşin arkasından gül rengi bir ışık yaydığı kahverengi Kintyre tepeleri bulunuyordu. Genç kız gözlerini güçlü ışıktan koruyarak Kilmory Kalesi yönündeki bozkıra doğru baktı.

      “Keşke Kenric burada olsaydı!” diye tekrarladı.

      Akarsuya döndüğünde birdenbire ayağının dibindeki çimenlere düşen bir şeyin sesiyle irkildi. Etrafa bakındığında oraya büyük bir orman tavuğunun düştüğünü gördü. Kuş ölmüştü ve göğsünde bir ok vardı.

      Aynı anda ağaçların arasından neşeli bir bağırış duyuldu ve güçlü kuvvetli bir genç ona doğru geldi. Sağ elinde uzun yay taşıyordu, kemerindeyse ölü bir yabantavşanı, damlayan kanları gencin sağlam bacaklarından akan bir çift orman tavuğu asılıydı.

      “Ailsa!” dedi şaşkınlıkla, öldürdüğü kuşu almak üzere geldiğinde kızı görünce. “Bu geç saatte burada mısın, hem de tek başına?”

      Ailsa’nın solgun yanakları akşam gökyüzü gibi pembeleşti zira orada olmasını dilediği genç, cesur Earl Hamish’in oğlu Kenric yakınında olduğundan bir anda çekingenleşmişti.

      Kenric on altı yaşındaydı, çok uzun olmasa da iri yapılı, güçlü bir vücudu vardı; omuzları geniş, göğsü belirgin, uzuvları kuvvetliydi. İpeksi saçları yoğun fındık rengi ve parlak gözleri koyu ve bir alageyiğinki kadar nazikti. Güneş ve kuvvetli deniz havası açık tenini, hatta sıkı, yuvarlak boğazıyla tabaklanmamış geyik derisinden ceketinin çıplak bıraktığı kalın kollarını kızartıyordu.

      “Ağlıyordun Ailsa,” dedi kızın yaşlı gözlerinin içine bakarak.

      “Efendim,” dedi genç kız, onun gibi gırtlaktan Gal dilinde konuşarak, “yalvarıyorum gelin, yuvaları şuradaki huş ağacının köklerinin altında olan şu iki zavallı karatavuğa yardım edin. Hemen yardım etmezseniz küçük yavruları az önce yuvalarına giren hırsız kakım tarafından yenecek.”

      “Bir çift değersiz kuş ve yavruları için gereksiz yere yardım istiyorsun Ailsa,” dedi Kenric küçümseyerek. “Bugün bu kuşların on tanesini öldürdüm! Ve seve seve bu sayıyı ikiye katlarım.”

      “Sizin öldürdüğünüz kuşlar insanların yemesi için,” dedi kız, “ama bu bahsettiklerim ardıçkuşları kadar hoş ötüyor, hem geçen pek çok güneşli günde onları dikkatle izledim. Benim için onları kurtarın, iyi Kenric; onları çok seviyorum ve başlarına kötü bir şey gelsin istemem.”

      Sonra Kenric onunla akarsuyun yatağına gitti ve orada keskin gözleriyle suyun kenarındaki kısa otların arasında hareket eden şeyi fark etti. Hemen yayına bir ok sürüp ustaca nişan aldı. Ok hızla hedefine atıldı, kakımın vücuduna saplandı ve hayvanı yumuşak çime sabitledi.

      “İşte, Ailsa,” dedi, “katil hırsız adilce cezalandırıldı!” Ve Ailsa kakımın dişlerinin arasında taşıdığı kanayan yavru kuşu alırken topuğunu kıvranan hayvana bastırdı ve bedenindeki oku yavaşça çekti. Kız yaralı küçük kuşu, Kenric’in yuvayı eski haline getirebileceği huş ağacına götürdü. Ancak yuvanın ağzında ebeveyn kuşlardan birinin ölü bedeni yatıyordu ve anne karatavuk eşinin ve yavrusunun ölümü için tiz bir şekilde bağırarak yakınlarda süzülüyordu.

      “Ve şimdi,” dedi Kenric, “St. Blane’e çabucak dönmeliyim çünkü bizim Abbot Godfrey bana gece çökmeden dönmemi emretti. Ağabeyin Allan nerede? Öğleden evvel babam ve Alpin’le beraber Glen More’da kayığa gidenler arasında mıydı?”

      Ne var ki karatavuklarının kaderine ağlayan Ailsa ona cevap vermedi.

      Ailsa ondan iki yaş küçüktü. Bebekliklerinden beri birbirlerine yoldaş olmuşlardı. Kızın babası Kilmory Kalesi’nin Sör Oscar Redmain’i, Butelu Earl Hamish’in idarecisiydi, Ailsa da Rothesay Kalesi’nin iki oğlunun kız kardeşi sayılırdı. Kontun küçük oğlu Kenric’le birlikte bu zorlu yıllarda, Bute’taki Earl Hamish’ten sonra en saygın kişi sayılan bilge ve kutsal St. Blane’in Başrahibi Godfrey Thurstan’ın altında çok az şey öğrendi.

      Kenric, Ailsa’yı yatıştıramayınca dönmeye hazırlandığında onunla akşam güneşinin arasına bir gölge girdi ve akarsu yatağının başında, sırtındaki kemerde bir yığın çalı çırpı taşıyan yaşlıca bir kadın göründü. Ailsa mavi gözlerini kaldırdı; yaşlı kadını fark edince geri çekildi ve koyu saçlarına cadılığa karşı tılsım olarak taktığı ince, tüy gibi üvez dalına dokundu.

      “İyi akşamlar olsun, Butelu lordum,” dedi yaşlı kadın, Kenric’i görünce yığını yere bıraktı.

      Bu tuhaf kelimeler Kenric’in yanaklarını kan kırmızısı yaptı.

      “Ben lord değilim, Elspeth Blackfell,” dedi, iyice yaklaşıp kadının kırışık, kirli yüzüne bir anlam vermeye çalıştı, “ve bana bu soylu isimle seslenmeniz için bir neden göremedim.”

      “Henüz,” dedi yaşlı kocakarı, “henüz. Ama hakikat öyle ki o vakit mutlaka gelecek ve hızla herkes seni Bute’un lordu olarak selamlayacak.”

      “Senin gibi birinden hakikat arayacak değilim,” dedi Kenric, kaşlarını çatarak, “ve yalan yanlış dalkavukluklarınla bana kötülük yaptıramazsın.”

      O anda Ailsa’nın ellerinin, onu yaşlı kadının kemikli parmaklarının yıkıcı dokunuşundan korumak ister gibi geri çekildiğini hissetti.

      “Ona bu kadar yaklaşma!” diye fısıldadı genç kız, ıstavroz çıkararak. “Sana şeytani elleriyle dokunmasına izin verme, belki üzerine büyü yapar.”

      Yaşlı Elspeth zalimce gülümsedi ve daralmış diş etlerinde kalan o yalnız dişi gösterdi.

      “Çocuğun aptalca korkularına aldırış etme,” dedi Kenric’e, “ve söyle bana, ne diye ağlıyordu?”

      “Bir kakım, karatavukların yuvasına saldırıp kuşları öldürdü,” diye cevapladı Kenric.

      “Çocuklar en küçük şeylere bile ağlarlar,” dedi Elspeth, “küçük bir kuşun ölümünün ne önemi var? Kakım büyük Tanrı’nın kendisine verdiği yiyeceklerle yaşamalı ve kuşlar da vakti geldiğinde ölmelidir. Tanrı’nın yeryüzünde yarattığı her şey için geçerlidir bu. Rothesay Kalesi bile şu anda bu küçücük av kuşu yuvası kadar gizli düşmanından arınmış değil.”

      “Rothesay Kalesi mi?” diye tekrarladı Kenric. “Bana bilmecelerini söyleme, Elspeth, zira anlaması başrahibin dua kitabından bile zor. Ne demek istiyorsun? Babamın adaların hiçbirinde düşmanı yok. O halde kim ona zarar verebilir?”

      “Süratle