Robert Leighton

Viking Kılıcı


Скачать книгу

baktı.

      “İki çocuğumuz oldu,” diye devam etti üzgünce. “Kız olan sizin oğlunuz yaşlarında olmalı, oğlansa ondan iki yaş küçüktü.”

      “Ah, sakın öldüler demeyin!” diye bağırdı Adela.

      “Heyhat! Ama öyle oldu,” dedi Roderic iç çekerek. “Güneşli bir günde her zamanki gibi el ele adamızın güneyinde kayaların ve mağaraların arasında oynamak için kaleden çıktılar. O zamandan beri dönmediler. Bazıları deniz perisinin onları alıp denizin altındaki kristal evine götürdüğünü söyledi. Bazılarıysa bir krakenin ya da ona benzer bir derin deniz canavarının onları yuttuğunu fısıldadı. Bunları Sigrid’in çocuklarını sevmediğine, onlara hep kaba davrandığına inanarak söylediler. Ama günler sonra tuhaf bir geminin Gigha’yla Cara arasında görüldüğünü öğrendim ve o gemi kuzey denizlerindeki en cani korsan İzlandalı Rapp’e aitti. Sonra çocuklarımı ne deniz perisinin ne de krakenin götürdüğüne inandım, bunu yapan Korsan Rapp’ti. O yüzden bir gemi alıp peşine düştüm. Üç uzun yıl boyunca İzlanda’nın buz tutmuş kıyılarında ve İskandinavya’nın her vikinde ve fiyordunda izini takip ettim. Ardından güneye, İngiltere’nin mavi denizlerine yelken açtım; hep arkasında olsam da bir türlü onunla karşılaşamıyordum. Ama en sonunda korkunç bir boranın olduğu gün geldi. Gemimde, benim dışımdaki herkes boğuldu; beyaz deniz martıları sularda benim kadar kolay yüzemez. Beni oradan geçen bir gemi aldı ve o gemi İzlandalı Rapp’indi. Onu öldürmek yerine hayatımı kurtardığı için sevdim. Sonra bana St. Olaf üzerine yemin ederek korsanlık yaptığı süre boyunca küçük Gigha Adası’na bir kere bile dokunmadığını ve kaybettiğim sevgili çocukları hiç görmediğini söyledi.”

      “Sizin adınıza çok üzüldüm, Earl Roderic,” dedi Adela, ellerini kavuşturdu. “Peki, çocuklardan bir ize rastladınız mı?”

      “Hayır,” dedi Roderic. “Ve artık hâlâ deniz perisinin kristal salonlarında oynadıklarına, bu yüzden kimsenin onları kurtaramayacağına inanıyorum.”

      “Peki, karınız Sigrid, ona ne oldu?” diye sordu Sör Oscar Redmain.

      “Gigha’ya döndüğümde,” diye mırıldandı Roderic, “bana ben yokken delirdiğini ve bir cinnet anında kendini uçurumlardan denize bıraktığını söylediler. O üzgün vakitlerde nereye gitsem mutsuzluğu buldum.”

      Leydi Adela kara gözlerinde nazik bir acımayla adama baktı. Onun hayatının kendisi ve kocasınınkinden ne kadar farklı olduğunu hissetti. Kendi memleketi olmayan bir ülkede, yabancı dilde konuşan insanların arasında olmasına karşın son derece mutluydu. Earl Hamish onu seviyor ve her daim iyi davranıyordu. Erkekliğe adım atan oğulları Alpin ve Kenric’i derinden seviyordu.

      Toprakları büyük York şehrinin yakınlarına kadar uzanan bir İngiliz baronunun kızıydı. Yirmi yıl önce Butelu Earl Hamish, Kral İkinci Alexander’ın diğer bilge danışmanlarınca, İngiltere ve İskoçya arasındaki barış antlaşması konusunda, ayrıca İngiltere Kralı’nın kızıyla İskoçya Kralı’nın oğlu arasında evlilik teklif etmek üzere İngiliz Kralı Üçüncü Henry’nin sarayına gönderilmişti. Antlaşma barış içinde sağlanmış, bugüne kadar da bozulmamıştı ve İngiltere Prensesi Margaret şimdi İskoçya kraliçesiydi. Fakat York’ta elçilik yaparken Butelu Earl Hamish hükümdarının minnetinden fazlasını, Leydi Adela Warwick’in kalbini kazanmış ve onu karısı yaparak Rothesay’deki, o günden beri mutlulukla yaşadığı kalesine getirmişti.

      Leydi Adela, Earl Roderic’in büyük mutsuzluk öyküsünü duyduğunda bunları düşünüyordu, gözleri hülyayla önüne kilitlenmişti.

      Bu tatlı ve güzel hanımın yanında olmayı yeni bir deneyim olarak gören Roderic onun dalgınlığını ve merakını gözlemledi. Gezinen bakışları kadının tabağında durdu.

      “Ah!” dedi, “tuzunuz yok, leydim.”

      Ve bunun üzerine Leydi Adela’nın bıçağını alarak ucunu tuz boynuzuna batırdı.

      “Hayır, hayır!” dedi kadın telaşla ve Roderic’in bileğini tutarak tuzu masaya dökmesine yol açtı.

      “Ne yaptınız?” diye haykırdı adam. “Bu olabilecek en talihsiz şeydir! Heyhat, heyhat!”

      “O halde leydimin üzüntüsüne sen mi yardın ettin?” diye bağırdı Sör Oscar Redmain, öfkeyle ayaklanarak. “Haç önünde, düşüncesiz ahmağın tekisin!”

      Masanın başındaki Earl Hamish leydisinin çığlığını duyarak aceleyle kalktı, ona yaklaştı ve ne kadar solgun olduğunu gördü.

      “Ben çıkacağım,” dedi kadın, “salon fazla ısındı. Bitkin düştüm ve huzursuzum.”

      Earl Hamish onu kapıya götürdü. Beyaz kaşından şefkatle öptü ve Leydi Adela odasına doğru yola çıktı.

      IV

      KARARAN SALON

      Ziyafetin sonuna gelindiğinden Bute Lordu bir daha oturmadı. Sör Oscar Redmain o akşam ta Kilmory’ye gitmesi gerektiğinden efendisinin yanına gidip onunla konuştu. Kont ve hizmetlisi böyle meşgulken uzun boylu bir kâhya adamlarıyla beraber ziyafetten kalanları temizlemek üzere salona girdi ve yaşlı ozan muhafızların yemek odasında arp çalmaya devam etmek için ateşin yanından ayrıldığında Butelu Alpin ve Allan Redmain üç misafiriyle sohbet etmek için şöminenin yanına adım attı.

      Alpin ve genç arkadaşı yaklaşık on dokuz yaşlarındaydı. Neredeyse yetişkinliğe erişmişler ve yaptıkları erkeksi alıştırmalarla güçlenmişlerdi. Üzerlerinde geniş deri yelek, gösterişsiz etek ve tabaklanmamış çizmeden oluşan kaba av kıyafetleri vardı. Geleneklerine göre masada yabancılar varken silahla oturulmadığından silahsızlardı.

      “Söylesenize, Earl Roderic,” dedi Alpin, parmaklarını uzun saçlarından geçirdi, “ta İzlanda’da olduğunuzu söylemiştiniz. O zaman orada dışarıya ateş ve kükürt atan pek çok dağ olduğu doğru mu?”

      “Oldukça doğru lordum,” dedi çok seyahat eden amcası, “ben bizzat o dağları gördüm. Goatfell’den yüksekler, vadilerinden ateş akıyor.”

      “Ne olağanüstü ülke!” diye haykırdı Alpin. “Acaba o toprakları görebilecek miyim?”

      “Az önce kalktığımız gibi lordlara yaraşır bir ziyafet olmaz,” diye ekledi Roderic, başparmağının geniş tırnağıyla dişini karıştırarak.

      Alpin’le Allan gezgin hayatı hakkında bir şeyler anlatmasını umarak onu izlediler. Et parçasını dişinin arasından kolaylıkla çıkaramayacağını anlayan Roderic ateşten ince bir çam dalı ve masadan kardeşinin av etini oyduğu büyük bıçağı alarak küçük dalın ucunu keskinleştirmeye başladı ve devam etti:

      “Orada ne pişmiş biftek ne de av eti var, sadece bataklık kömürü kadar kara, sert balina eti veya birkaç süprüntü bulursunuz zira İzlandalılar yağ severler. Bir keresinde gemim onların kıyısında bozulduğunda adamlarım kokmuş tereyağından başka yiyecek şey bulamadılar. Tek başına yemek istemediğimizden geminin mors derisinden yapılma halatını aldık, üzerine tereyağı sürdük, küçük parçalara ayırdık ve on dört gün böyle hayatta kalabildik.”

      “İşte,” dedi, “bu işe yarar. Bir parça çeliğin yapabilecekleri ilginç, değil mi Efendi Alpin?”

      Ve sonra ucuna bakıp uzun bıçağı dikkatsizce şöminenin üzerindeki rafa bıraktı.

      “Yine gittiğim Norveç’te bıçağını ve dokuz arşınlık iki tahta parçasını alan biri tahtayı şekillendirir ve iki parça ayağına olduğunda bir kuşu, tazıyı ya da geyiği