yuvarlak bir masada oturuyorduk.
İlk defa gerçekten ağır bir Amerikan usulü tabldotla karşı karşıyaydım.
Bereketli tadı yağlı, baskın kokusu ise kusturucuydu.
Acaba bu yemeğe alışmaya çalışsam mı?
Korkarım ki küçük midem bir kâse pirinç ile birkaç parça çiğ balıktan fazlasına müsait değil.
Japon yemeklerinden daha hafif ve daha iştah açıcı bir şey yoktur. Birçok sürgülü shoji6 bulunan tatlı bir yaz villası gibidir. Bu kapılardan esintiyi selamlayıp yıldızlara şarkı söylersiniz.
Benim seçimim, hafiflik.
Acaba Amerikan yemeklerine ne zaman alışacağım diye merak ediyordum!
Amcam bir Meriken adamı. Amerika’da bana bir sürü şey göstereceğine söz verdi.
Yale Üniversitesi’nden 1884’te mezun oldu. “Nippon Maden Şirketi”nin baş sekreterliğinde önemli bir mevkide. Bir senelik izin aldı.
Şu tabaktaki şüpheli parçalar da neydi?
Üzerlerinde çiçek bozukları olan parçalar!
Bu şeylerin muhterem ismi peynirdi!
Amcam peynirlerin içinde birkaç “sevimli” solucanın yaşadığını söyleyerek korkuttu beni.
Pöf, pöf!
Peynirler kötü bir koku yayıyordu. Bunlarla en ufak bir temasa geçtiyseniz, en kalitelisinden bir kutu diş tozunu boşaltmanız gerekir.
Bana gelince, bu peynirlerle tanışmaya asla cesaret edemem. Karşılığında bin yen verseler bile!
Sırf meraktan birkaç tanesini cebime koydum.
Acaba haşereleri evimizden uzak tutmak için onları kapıya assam mı?
(Çünkü baş belası haşereler bile peynirden uzak duruyor.)
“Belgic” bir gün gecikecek. Ayın yedisinde yola çıkacak.
“Neden bir hafta değil ki?” diye ağladım.
Evimde birkaç gün daha uyuyabilmek için dua ettim. Ülkemden ayrılacağımı düşündükçe daha da hüzünleniyordum.
Annem Meriken rıhtımına gelmemeli. Çünkü onu ağlarken görürsem, Amerika maceramdan kolayca cayabilirim.
Hizmetçimle birlikte Budist manastırımıza gittik.
Büyükannemin ve büyükbabamın mezarlarına gidip veda ettim. Onları zarif kasımpatılarla bezedim.
Adımlarımızı eve yönelttiğimiz esnada kaşları karlı keşiş (sanki bu dünyadan değil gibiydi!), Amerika’ya gidince ailemin mabedini unutmamamı rica etti.
“Hıristiyanlar barbardır. Cenazede biftek yerler,” dedi.
Sesi bir ilahiyi andırıyordu.
Rüzgârlarla birlikte tapınaktan hüzünlü bir akşam duası akın ediyordu.
Manastır çanı acı acı çalıyordu.
“Gon! Gon! Gon!”
Bir “chin koro” arkamdan havladı.
Japon kuçukuçusu başka bir şey bilmez. Bir sürü tuhaf şeyle karşılaşmak zorundadır.
Ayakkabılarımın hafif vuruşu, onun için büyük bir heyecandı. İpek eteğimin hışırtısı (ne kadar da değişken bir sesti) ise onu korkutmuştu.
Meriken elbisemle amcamın yanından eve doğru koşturuyordum.
Yerde sürünen koshi goromomun altında ayakkabılarımın ara ara gözüken uçlarını yakalamak yeni bir keyifti.
Daha tatmin edici bir bakış arzuladığım için eteğimi dalgalandırdım.
Şüphe uyandırıcı biri gibi mi görünüyordum?
Mutluydum. Köpeğin beni yabancı bir kız sandığını düşününce pek eğlendim.
Ah, farklı bir tarz edinerek değişmeyi o kadar çok istiyordum ki! Değişim çok hoş.
Taklidim çok zekiceydi. Başarılı olmuştu.
Evime girdiğimde hizmetçim şaşırıp dedi ki:
“Bikkuri shita! Korkuttunuz beni. Sizi Meriken ülkesinden bir ijin7 sandım.”
“Ho, ho! O ho, ho, ho!”
Ardımda en neşeli kahkahamı bırakıp (Beşinci perdede muzaferane bir edayla sahneden çıkan bir prenses gibi) zarafetle odama geçtim ve kapımı kapattım.
“Ayakkabılarımın ara ara gözüken uçlarını yakalamak yeni bir keyifti.”
Uzun zamandır yaşadığım en leziz ânı hak ettiğimi itiraf etmeliyim.
Japonların yalnızca taklitçi olduğu suçlaması karşısında teslim olamam ancak biz Nippon kızlarının taklitçiliğe meyilli olduğumuzu kabul ediyorum.
Beceri isteyen bu sanatta ben de hünerli değil miyim?
Musumeleri uyararak işe yarayan Bay Birisi nerede?
Sonra San Francisco’daki beyaz bir hanımla yapacağım ilk mülakat sahnesini prova etmeye başladım.
Bartlett’in İngilizce Konuşma Kitabı’nı açıp söylediklerimin doğru olup olmadığını kontrol ettim.
Yazı masasına oturdum. Japon evlerinde sandalye olmaz.
(Tanrım, mottainai! Konfüçyüs’ün muhteşem kitabının üzerine oturmuştum.)
Karşımdaki ayna bana “ne maskara şey” olduğumu gösteriyordu.
Yağmur yağıyordu.
Tül gibi yumuşak, sıcacık bir güz yağmuru!
Mana dolu sesi, uzak bir şarkıdır. Bu şarkı, yarı hıçkırık yarı kokudan oluşur. Ekim yağmuru tatlı ve hüzünlü bir şiirdir.
Bir kâğıt kapıyı açıverdim.
Evim Tokyo’nun yarısına ve Yedo Körfezi’ne nazır bir tepede bulunuyor.
Sonsuz çay ve çörekleriyle, festival fenerleriyle sevgili şehrim, yağmurun gri örtüsünün arasından bana bakıyordu.
Sanki Tokyo bana veda ediyor gibiydi.
Sayonara! Canım şehrim!
İyi geceler memleketim!
Okyanusta
İyi geceler memleketim!
Elveda, Dai Nippon’un sevgili imparatoriçesi!
Havaya savrulan suların görüntüsü (ve geminin kötü kokusu), daha “Belgic” limandan ayrılmadan evvel başımı döndürmüştü.
Son beş gün fasılasız bir kâbustu. Ölmeyi bu beş güne defalarca yeğlerdim!
Şu ufak tefek bedenim, deniz tuttuğu için bitap halde. Amerika’ya bir deri bir kemik mi ulaşacağım?
Fırtına ortasına fırlatılmış bir kâğıt bayrak gibi hissediyordum kendimi.
İnsanoğlu gülünç derecede küçük. Tabiat onunla oynuyor ve onu dilediği