O sırada çıkan bir ses büyüyü bozdu. Yatakta doğrulup gerindi. Biri pencereden girmiş ve sandalyeye takılmıştı! Hawksley hemen ışığı açtı.
İkinci Bölüm
Sabahki görevli geldiğinde, geceden kalan görevli uykulu bir halde 214 numaradaki misafirin valizi olmadığını ve hesabı ödemediğini söyledi.
“Uyandırmak için birini gönderdiniz mi?”
“Hayır. Sana anlatırım diye düşündüm. Asansöre binene kadar adamda valiz olmadığını fark etmemişim.”
“Peki. Bellboy şefini, uyandırma bahanesiyle yukarı gönderip adamın hâlâ odada olup olmadığına bakarım.”
Yakın zamana kadar Fransa’da, Amerikan Yurtdışı Sefer Kuvvetleri’nde çalışan kaptan ofise döndüğünde biraz heyecanlıydı.
“Vay canına! 212’nin altı üstüne gelmiş. Kat hizmetlisi beni içeri aldı.”
“Cinayet mi işlenmiş?” diye fısıldadı görevliler bir ağızdan.
“Daha neler! 212 ile 214 arasında bir kavga çıkmış, ikisi de tüymüş ama masada ne bulduğuma bir bakın!”
Mavi velur kutuyu getirmişti, oğlan kutunun kapağını hızla fırlattı. “Savaş madalyaları mı?”
“Eğer öyleyse, daha önce hiç böylesine rastlamadım. Fransız ya da İngiliz madalyasına benzemiyor.”
Bellboy şefi dalgın bir şekilde kafasını kaşıdı. “Vay canına! Şimdi anladım. Olsa olsa ödeme emridir! Krallar bordrosu olmayanlara cumartesi günleri böyle ödeme yapar. Elmasları ve yakutları ceplemeyecek misin? İşte odanın parası adamım!”
Kendini bilirkişi zanneden görevli, taşların en az iki veya üç bin dolar değerinde olduğu kanısındaydı. Polislik bir meseleydi. Bir büyükelçi soyulmuştu ve bu soyguna İngilizler, Yunanlar ya da Bulgarlar dahil olmuştu. Yağmalama!
“Savaşın bittiğini sanıyordum,” dedi geceki görevli.
“Sadece silahlar sustu, hepsi bu,” dedi bellboy şefi bilge bir tavırla.
Peki 212 numaralı odada ne olmuştu? Fiziksel temastan ziyade bir fikir düellosu. Hawksley kritik ânın geldiğini hemen fark etmiş, yakalanmış, yenilmiş ve ortadan kaybolmuştu. Yardım istese ve yardım gelecek olsa bile ortadan kaybolmayı seçmişti. Polis olaya bir kez el attı mı gazetelerde yapılacak haberler tüm umutlarının yerle bir olmasına sebep olacaktı. Tek bir şansı vardı; bu meseleyi otelin dışında, karanlık, sisli bir sokakta bitirmek. Victor Hugo’nun romanlarından bir görüntü dolaylı ve tuhaf bir yoldan aklına geldi: Quasimodo.3 Her durumda kambur sırtını kurtaran adam orada duruyordu. Bütün bunların üzerine bu adamı daha önce gördüğünü anımsadı. Meşaleler! Alev alev yanan meşaleler ve kabaralı botlar!
Aralarında, her zaman açık pencereyi göz önünde bulunduran genç adamın hünerli bir şekilde yönettiği garip bir oyun, bir dans karşılaşması başlamıştı. Kimse ateş etmeyecekti, Quasimodo da polisi karıştırmak istemezdi. Parmakları, boş yere tam altı kez dans eden ustasının paltosuna dokundu. Odanın bir ucundan diğer ucuna gidiyor, yatağın üstünden atlıyor, sehpanın ve sandalyelerin etrafından dolaşıyordu. Bodur adam ise genç adamın manevralarını anlıyormuş gibi ısrarla odadaki pencerenin kenarına saklanıyordu. O an gelen bir ilham meseleyi sonlandırdı. Hawksley nevresimleri kaptı ve Retiarius’un4 ağını fırlatışı gibi nevresimleri camdan fırlatarak Quasimodo ortaya çıkmadan önce yangın merdiveninin alt kısmına ulaşmayı başardı.
On dört metrelik bir düşüşün ardından çenesi ve yanakları sarı sakallarla kaplı genç adam, ne kadar indiğini hesaplamak için bir an dönüp yukarı baktı. Quasimodo, bir maymun çevikliğinde hemen arkasından geldi. Sokağın aşağısındaki yarış aralarında yaklaşık yüz metrelik bir mesafeyle başladı. Yokuş aşağı hayaletler gibi indiler. Aralarındaki mesafe genişlemiyordu. Ayılar inanılmaz derecede hızlı ve uzun süre boyunca koşabilirdi. Avını şaşırtmak için Pearl Sokağı’na saptı, köşeyi döndü ve çok geçmeden Hudson Nehri’nin belli belirsiz görüntüsü ortaya çıktı. İsteğine kavuşmuştu.
Quasimodo’nun gözünde bu kaçışın tek bir anlamı vardı, avare bir korkakla uğraşıyordu. Ve cesur adamların gerektiğinde koştuğunu unutarak bundan sonraki eylemlerini bu önermeye dayandırdı. Sürücü koltuğunda kendisinin olmadığını, aslında yönlendirildiğini öğrenmek onu epey şaşırtacaktı. Hawksley düşmanını tek başına, kimsenin müdahale edemeyeceği bir yerde istiyordu. Alev alev yanan meşaleler ve kabaralı botlar! Mütemadiyen öyle ya da böyle bir savaş içinde olan iki farklı kan, bir kez olsun ortak bir amaçla, bu canavarı öldürüp yüzünü ufalamak için birleşmişti. Alev alev yanan meşaleler ve kabaralı botlar!
O sırada kış için demirleyen dev yolcu gemilerinden biri sislerin içinde belirdi ve Hawksley ona doğru yöneldi. Büyük bir sıçrayış yapıp güverte kamarasının etrafından nehrin kıyısına doğru giden yolda gözden kayboldu.
Quasimodo onu takip ederken gülümsedi. Tütün kesesi ve ekspertiz makbuzu kendi cebindeydi, geniş nehirlerse şehrin mezarlık gibi hissedilmesine sebep oluyordu. Sisin içinde ikisi tek başınaydı! Güverte kamarasının etrafında dönüp dengesini sağlamak için topuklarının üzerinde geriledi. Tam önünde, alışılmış duruşuyla avı duruyordu; çenesini dışa doğru uzatmış, gözlerini kısmıştı.
Quasimodo can havliyle tabancasına uzanmaya çalıştı ama bir yıldırım onu durdurdu. Burna alınan darbede, özellikle de iyi bir darbede hususi bir şey vardı. Karşı saldırı ve telaş sadece Anglosakson halklarının sahip olduğu bir şeydi. Diğer insanlar için darbenin hemen ardından kafalarını toplamak ve düşünmek imkânsızdı. Quasimodo’nun elleri içgüdüsel olarak yüzüne gitti. Kısa ve usandırıcı, bir o yana bir bu yana hem aşağıdan hem yukarıdan gelen darbeler karşısında elini indirmeden hemen önce, neşesiz ve korkunç bir kahkaha duydu. Bodur adam cesur olmasına cesurdu, sadece bu şekilde nasıl dövüşeceğini bilmiyordu. Botlarındaki çeliklere ve kabaralara alışmıştı. Şiddetli rüzgârda kollarını Flaman değirmeni gibi sallayarak çılgınca vurmaya başladı.
Bazı darbeleri hedefi tuttursa da sadece alaycı kahkahalara sebep oldu.
Hissettiği vahşi öfkeden ve acıdan sıkıldı. Peşini bırakmayan bu hayaleti, goril kollarının arasına almak için sadece tek bir şansı vardı. Adam zihinsel esneklikten yoksundu. Bir fikir aklına girip orada hapsoluyor, başka bir şekle uyarlanamıyordu. Tıpkı yaydan çıkan bir ok gibi, kaderini yaşamak zorundaydı. Peşinden koşmak, bu kadar hafife aldığı düşmanıyla arasına mesafe koymak hiç aklına gelmemişti. Üç metre; hızla dönüp tetiği çekebilir ve bu meseleyi bitirebilirdi.
Darbe aniden geldi, Quasimodo’nun neredeyse tüm çenesini kaplayan türdendi. Bodur adam darbenin etkisiyle sendeleyip yüzüstü yığıldı. Galibi, onu çevirdi ve bir topuğunu kaldırdı. Bu da nereden çıkmıştı? O ne Prusyalı ne de Sudanlı bir zenciydi! Beyazdı ve beyaz adamlar yendikleri düşmanlarının yüzlerini ezmezlerdi. Böyle durumlarda beyaz bir adamın ahlaki değerleri bozmadan yapabileceği tek bir şey vardı, hemen harekete geçerek şeytanın dişlerini çekti. Bu onu birkaç saat etkisiz bırakacaktı.
Yana serilmiş kollarından birinin üzerine çöküp sakince adamın ceplerini boşalttı. Saati, parayı, pasaportu, evrakları, silahı ve anahtarları alıp hepsini nehre attı. Kemerini gözden kaçırmıştı. Anglosakson taktiği mükemmel bir fikirdi. Yumrukları hayatını kurtarmıştı.
Üçüncü Bölüm
Bir motorun kesik kesik