Harold MacGrath

Tehlikeli Zümrütler


Скачать книгу

anlattığı kadarıyla bilgisi vardı.

      “Her neyse,” dedi Burlingame dedi kayıtsızca. “Savaş bitti.”

      Cutty hoşgörülü bir şekilde gülümsedi. “Bizim gibi haber almak için dünyayı dolaşan adamların sorunu bu işte. Siz evde kalanlar gibi kendimizi kandıramıyoruz. Savaş sadece ilk aşamaydı. Orada bir karmaşa var; bir şey istiyorlar ama ne istediklerini tam olarak bilmiyorlar, o kadar fazlalar ki. Ne kulübeleri ne de meraları varken başıboş gezen sığırlar gibiler. İşlerin ne zaman aydınlığa kavuşacağını bir tek Tanrı bilir. Pipo içmemin bir sakıncası var mı?”

      “Vay be!” diye bağırdı Burlingame.

      “Hiçbir sakıncası yok,” diye yanıtladı Kitty. “Bay Burlingame’inkinden daha kötü bir pipo olabileceğini zannetmiyorum.”

      “Özür dilerim,” dedi editör alçakgönüllülükle.

      “Özre gerek yok,” dedi kadın. Savaş muhabirine döndü.

      “Yeni davul var mı?”

      “O günü hatırlıyorum. Duvarlarımı görünce ödün kopmuştu.”

      “Pek tabii. Daha on iki yaşındaydım, yamyamlar haftalarca rüyalarıma girdi.”

      “Davullar! Şu an dünya üzerindeki herhangi biri benden daha fazla çeşide sahip bir koleksiyoncu biliyor mudur? O kadar çok var ki! Sudan’da cihat için çalındıklarını duydum. Tumpi-tum-tump! Tumpi-tum-tump! Geceleyin beyaz bir adam bu sesi duysa tüyleri diken diken olur. Ne olduğu hakkında bir fikrim yok ama doğuluları deliye döndürüyor. Ve bütün gün kulaklarımda çınlayan bu ses bana tehlike davullarını anımsatıyor!”

      “Ne tuhaf bir cümle! Tehlike davulları ne oluyor?” diye sordu Kitty kolunu masaya dayarken. Tuhaftı ama birden binlerce kilometre uzakta bir yere gitme isteği duydu. Chicago’nun batısına veya Boston’ın doğusuna hiç gitmemişti. O âna kadar babasının çağrısını, kan çekmesini hissetmemişti. Hindistancevizi ağaçları ve cennetkuşları! “Tumpi-tum-tump! Tumpi-tum-tump!” diye çalan gece davulları.

      “Yeşil şeyler sinirimi zıplatıyor,” diyerek söze girdi Cutty. “İlkbaharda bir buğday tarlası, yaprak döken akçaağaçlar. Doğanın seçimi ve benimki. Zümrütler benim tutkum ancak hiç zümrüdüm yok çünkü istediklerime ulaşmak mümkün değil. Avrupa ve Asya’nın görkemli hanelerindeler, krallara yaraşır mücevher kutularındalar ya da kutularındaydılar. Bir madene girip yumruk büyüklüğünde bir zümrüt bulabilseydim ve tesadüfen güzel bir rengi olsaydı ancak kısmen mutlu olurdum. Kısa bir süre sonra ona karşı ilgim kaybolurdu. Ne demek istediğimi anlasan, şu an o taş hayatta olmazdı. Tıpkı bir erkeğin hayranlık duyacağı bir vitrin mankeni yerine konuşabilen sade bir kadını tercih etmesi gibi. İlgimi çekecek taşın bir hikâyesi olmalı; güzel kadınları ve sarayları, cinayeti veya yağmayı içinde barındıran bir hikâye.”

      “Br-r-r!” diye bağırdı Burlingame.

      “Fırsatını bulsam çalacağım zümrütler gördüm. Elimde değil. Gerçek bu,” dedi Cutty ciddiyetle. “Romanov Sarayı’ndaki ganimetleri bir düşün! Tüm o muhteşem taşlara ne oldu? Bazıları kısa bir süre sonra parçalanmak üzere Amsterdam’da ortaya çıkacak. Belki de Bay Bolşevik’in sevgilisi onları boynuna takacak. Yağma!”

      “Peki ya tehlike davulları?” dedi Kitty.

      “Zümrütlerden, bir mayıs yağmuru sonrası İngiliz çimleri kadar yeşil zümrütlerden bahsediyorum Kitty. Bu arada sana Kitty dememin bir sakıncası var mı? Eskiden öyle derdim.”

      “Benim dilim de Cutty’ye alışmış, ödeştik diyelim.”

      “İyi pazarlıktı. Pekâlâ, bana göre davullar dünyadaki zümrüt yeşilinin en güzel örneklerinden. Cilalı, tıpkı zümrütlerin de daima olması gerektiği gibi. Şuradaki naneli çikolata parçaları büyüklüğünde olduklarını söyleyebilirim.”

      “Yemek ister misin?”

      “Hayır, piponun tadını bozuyor.”

      “Arada bir o tadı bozsan fena olmaz,” diyerek fikrini belirtti Burlingame. “Ama neyse, devam et.”

      “Başlangıçta tek bir taş olduğunu düşünüyorum, bu taş sonradan ikiye bölünmüş olmalı çünkü birbirlerini mükemmel şekilde tamamlıyorlar. Davullar, çömelmiş Hindu veya Müslüman davulcuların dizleri arasında altın sarısı tabanlarının ve zümrüt yeşili derilerinin zarifçe oyulduğu fildişi heykeller gibidir. Tanrım! Beni sinir ediyor. Onları alıp kaçmak istemiştim. Tanık oldukları cinayetleri ve yağmaları düşünsenize! Önceleri Delhi’deki Hint imparatorlarının elindelerdi. Sonra Nadir Şah, meşhur tavus kuşu tahtıyla birlikte onları İran’a götürdü. Onlara 1912 yılında Hazar’da bir sarayda rastladım. Rusya bir zamanlar İran’da büyük güç sahibiydi. Bu zümrütler belki hediye olarak verilmişti, belki de çalınmıştı. Her neyse, o güne kadar onlardan haberim yoktu. Mümkün olur da onlara bir göz atabilirim diye İstanbul’dan onca yol gittim. Biraz entrika çevirmek zorunda kaldım. O taşlardan birini alabilmek için elimdeki tüm taşların yarısını verirdim. Onları başka bir adamın himayesinde görmek, ahlaki değerlerimin en büyük sınavı olurdu.”

      “Seni ihtiyar korsan!” dedi Burlingame.

      “Ama neden tehlike kelimesini kullanıyorsun?” diyerek ısrarını sürdürdü Kitty, bu ifade ilgisini çekmişti.

      “Muhtemelen bir Hindu hilesi. Karmaşık metaforlarla dolu bir dil. Sanırım davullara dokunduğunuzda ısırdığı anlamına geliyor. Anladığım kadarıyla davullar denen bu taşlar, geçtikleri yerlere talihsizlik getiriyor. Sadece bir tesadüf elbette ama bunu insanlara anlatamazsın. İşte değerli taşların incelenmesini bu kadar önemli kılan da bu. Taşların ardında her zaman büyüleyici bir şey, kara bir büyü vardır. Davulları ele almak, küçük bir kazaya davetiye çıkarmaktır. Saçmalık diye düşünebilirsiniz, muhtemelen öyle, ancak yine de bu batıl inançların doğruluğuna inanacak nedenlerim var.”

      Burlingame burun kıvırdı.

      “Kanıtlayabilirim,” dedi Cutty. Bir gün o davulları elime aldım. Daha iyi inceleyebilmek için pencerenin kenarına gittim. Otele döndüğümde bir at beni yere serdi ve bir hafta yataktan kalkamadım. Aynı gece biri bana zümrütleri gösteren adamı öldürmeye çalıştı. Tesadüf olabilir mi? Belki. Ama son zamanlarda on üç sayısından, merdiven altlarından, sokağın yanlış tarafında yürümekten ve beddualardan ürküyorum.”

      “Senin gibi sert bir adam mı söylüyor bunları?” dedi Burlingame umutsuz bir halde.

      “Bu bana da komik geliyor ama yine de kendime engel olamıyorum. Bana taşları gösteren adam fahri muhafız diyebileceğiniz, dehasıyla ayrıcalık kazanmış bir karakterdi. Yanına gitmeden önce ona yeşil taşlarla ilgili monografimin bir kopyasını gönderdim. Onun da yeşil taşlara benim kadar düşkün olduğunu öğrendim. Bu ortak ilgi alanı bizi bir araya getirdi ve ağzından laf almaya çalışırken onu daha önce nerede görmüş olabileceğimi düşünüp durdum. Hem ismi hem de yüzü biraz tanıdık geliyordu. Hindistan’dan İran’a, oradan Rusya’ya taşlarla ilgili süregelmiş bir batıl inançtan bahsetti. Bu davulları görme şansına erişen genç bir kız evlenip mutlu olurmuş. Bu yaşlı adam, ara sıra köylü genç bir kızın bu taşları gizlice görmesine izin verdiğini itiraf etti. Ama saraydaki mahkûmların bunu öğrenmesini istememiş. Onları epey yakından tanıyormuş. Sağlam pabuç değillermiş.”

      “Peki ya saraya ne oldu?” diye sordu Kitty.

      “Taş üstünde taş kalmadı. İşçi sınıfı ayaklanıp sarayı bastı. Çeteler için güzel olan her şey saldırıya açıktır. Sarayları, bankaları, müzeleri