Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BEYAZ ELDIVEN SARI ZARF


Скачать книгу

align="center">

      Habil ya da Kabil

      Giriş

      İçinde oturduğu mekâna bu kadar uygun düşmeyen bir adam görmemiştim daha önce. Oturduğu masa formika kaplamaydı. Adamın ipek bir kravatı vardı. Ceketinin cebinde de mendil. Usulüne göre katlanmış. Buluşmamıza aracılık eden kuyumcunun tarifi yeterliydi. Yanılmam imkânsızdı. Ona doğru yaklaştım. Masasının önünde dikildim.

      Kafasını kaldırdı.

      “Remzi Ünal?” dedi. “Tam saatinde.”

      “Remzi Ünal,” dedim.

      “Adımı illa bilmek istiyor musun?” dedi.

      “Çek yazmayacaksanız hayır,” dedim.

      Cevabımı beğenmiş olmalı ki güldü. Dolgun yanakları hopladı. Sergilediği dişleri düzgündü.

      “Otursanıza,” dedi. İlk raundu kazandığımı düşündüm.

      Karşısına oturdum. Son üç aydır oturduğum en rahatsız sandalyeydi. Hoparlörde son bir yıldır duyduğum en saçma sapan şarkı çalınıyordu. İkisine de alışmaya çalıştım. Tam karşımdaki duvarda burada sigara içenlere ve içilmesine izin veren işletme sahibine verilecek para cezalarını bildiren kocaman bir pano asılıydı. Panonun altındaki masada oturan deri montlu iki adamdan kafası sıfır numara tıraş edilmiş olanı sigarasının külünü önündeki tablaya silkti. Cebimden paketimi çıkardım. Masaya koydum.

      “İçmezseniz sevinirim,” dedi adam. Gülümsemesinden bir iz vardı hâlâ yüzünde.

      Başımı salladım. Paketi cebime koymadım ama.

      “Benimle iş görüşmeleri hep zor olmuştur…” dedi. Arkasını getirmedi.

      “Bu aralar boşum,” dedim. “Sigarasızlığa da dayanabilirim.”

      “Sizden isteyeceğim işi tuhaf bulabilirsiniz ama,” dedi sonra bu kez gözlerimin içine bakarak.

      “Bir sürü tuhaf işle karşılaştım,” dedim. “Kalkmak kolay. Önemli olan oturmaktır.”

      Bunu da beğendi. Yüzümü ilk kez dikkatle incelediğini hissettim. İzin verdim baksın.

      Tepemize bir garson dikildi. Garsondan çok otopark kâhyasına benziyordu. Bir şey söylemedi. Sadece yüzümüze bakarak öylece duruyordu. Sipariş verecek olursam doğru alıp alamayacağı şüpheliydi. Sesimi çıkarmadım. Adam elini sallayarak gitmesini işaret etti. Garson sessizliğini koruyarak çekildi.

      Adam bana döndü.

      “Problemimi çözerseniz zengin bir adam olacağınızı biliyorsunuz, değil mi?” dedi.

      “Aracınız söyledi,” dedim. “Ama eve giderken cebimde taksi param olsun isterim.”

      “Avans…” dedi. “Evet, avans.”

      Sesimi çıkarmadım.

      “O kolay,” diye tamamladı sözünü.

      Ceketinin cebinden ikiye katlanmış bir para destesi çıkardı. Kravat iğnesine benzeyen bir kıskaçla tutturul muştu. Banknotların rengi aklımdaki avans miktarıyla uyum gösteriyordu. Kalınlığı da. Desteyi gömleğimin cebine yerleştirdim.

      “Size buna karşılık bir makbuz falan veremeyeceğimi biliyorsunuz, değil mi?” dedim.

      “Duydum,” dedi.

      “Sizi dinliyorum o zaman.”

      “Asıl miktarı sormayacak mısınız?”

      “Size güveniyorum.”

      Sağ eliyle para konusunun şimdilik kapandığını belirten bir hareket yaptı. Sonra ellerini masanın üzerinde birleştirdi. Aramızdaki sessizliği onun bozacağını biliyordum. Bekledim.

      “Bana yakışıklı bir ölüm planlamanızı istiyorum,” dedi sonra ellerine bakarak.

      “Tuhafmış gerçekten,” dedim. “Kimin ölmesini istiyorsunuz?”

      “Kendimin.”

      “Bunun için kimseye ihtiyacınız yok,” dedim. “Bana da. Bir sürü yol var herkesin bildiği.”

      “Ama ölümüm intihar gibi gözükmemeli,” dedi. “Birileri beni öldürmüş olmalı.”

      “Belirli birisi mi?”

      “Hayır,” dedi. “Tam aksine. Sonsuza kadar belirsiz kalacak birileri olmalı. Faili meçhul bir cinayete kurban gitmeliyim. Bunu bana garanti etmelisiniz.”

      Hoparlörde çalan müzik değişti. İlkinden daha berbattı. Aklıma gelen ihtimali ortadan kaldırmak istedim.

      “Bu sonuca fiilen katkıda bulunmamı istemeyi düşünmüyorsunuz umarım?” dedim. “Öyleyse avans gider.”

      “Hayır,” dedi. “O kadar salak değilim. Sizden yalnızca proje geliştirmenizi bekliyorum.”

      “Ve gerçekten ölmelisiniz?” dedim içim zerre kadar rahatlamadan. “Bu proje gerçekleştiğinde. Meğerse ölmemiş olan ölü adam Türk filmlerinde olur.”

      “Hayır,” dedi. “Mezardan geri gelmeye hiç niyetim yok. Gerçekten ölmeliyim. Ama bakanlar beni bilinmeyen birileri öldürdü sanacak. Polis falan. Dosya kapanacak.”

      “Neden?” diye sordum.

      Müşterilerimin, müşteri adaylarımın, müşterimin işi yüzünden yoluma çıkan insanların bazı sorularıma doğru cevap vermelerini beklemem. Cevap vermeleri yeterlidir. Doğru bir cevaptan bir şeyler çıkarırsınız. Bütünüyle palavra bir cevap da işe yarar. Sonradan öğrendiğiniz kimi gerçeklerle çarpıştırdığınızda hatırlayacağınız bir cevap yani. En azından başka sorulara yol açar. O yüzden karşımda oturan kravatlı adamın konuşmadan önce gözlerini masanın üzerinde ne varsa onların üzerinde gezdirmesini yadırgamadım. Elleri, içinde ne olduğunu asla bilemeyeceğim türden bir sıvı olan rakı kadehi, sigara paketim, boş kül tablası, önceki buluşmalardan kalmış lekeler… Yüzünde çoktandır alıştığı ama aklına her geldiğinde onu daha da yıpratan gerçeğin izini görür gibi oldum. Galiba doğruluk oranı yüksek şeyler duyacaktım. Şimdilik.

      “Zaten çok yaşamayacağım,” dedi.

      Buna nasıl cevap verilir bilemedim. Bekledim yalnızca.

      “Kimse bilmiyor,” dedi. “Doktorum, iki oğlum ve şimdi sizin dışınızda. Beynimde bir tümör var. Kelek türden. Kelek yerde. Çok kelek türden, çok kelek yerde. Şu masadan kalkamadan bile ölebilirmişim, bırak ameliyat masasını. Öyle diyor.”

      “Neden savaşmıyorsunuz?” dedim. “Tıp ilerledi. Anladığım kadarıyla paradan yana da sıkıntınız yok.”

      “Hayatım boyunca sonunda avantajlı çıkamayacağım hiçbir işe girmedim,” dedi adam benden çok kendisine konuşuyormuş gibi. “Şimdi sonucu belli bir kavgada sürekli dayak yemek istemiyorum. Yenilgiden hiç hoşlanmam. Bir başka derdim de karım.”

      Tanımadığım birisinin bu durumda ne hissedeceği konusunda yorum yapmak gereksizdi. Bekledim devam etsin diye.

      “Hastalığımı açıkladığımda kıyamet kopacak evde. Elbette en iyi tedaviyi görmem için harekete geçecek karım. O doktor, bu hastane. Her sabah nasılım diye gözümün içine bakmalar. Üzüntüsünü bana çaktırmamak için tiyatrolar. Yalanlar, umut pompalamalar. İstemiyorum.”

      “Allah’tan umut kesilmez,” dedim. Diyebildim sonunda.

      “Kesilir!” dedi sanki bu lafı ettim diye bana değil, lafın kendisine kızmış gibi bir ses tonuyla. Alçak sesle bağırdı resmen. Defalarca içinden söylemiş, ilk