Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BEYAZ ELDIVEN SARI ZARF


Скачать книгу

tam sağlayamadım,” dedi. “Disiplini yani. İşler bir süre arızasız yürüyünce gevşiyorlar. Haber vermeden yok oluyorlar bazen. Ya da kendi aralarında ayarlıyorlar. Gidip geliyorlar. O kadarına ses etmiyorum.”

      “Oğullarınız?” dedim.

      “Onlar hep dışarıdadır,” dedi. “Devamlı telefonlaşırız.”

      “Müşteri peşinde?”

      “Hayır. Müşteriler bana gelir. Pazarlığı ben keserim. Onlar mırın kırın edenlerle ilgilenirler daha çok. Bir de müşteri adayları hakkında istihbarat.”

      “Adamlarınızın sabıkaları var mı?”

      “Hayır. Kayıtları var ama ufak tefek. Bizim çocukların da. Sonradan şikâyetlerini geri alır insanlar hep. Mahkemeye düşmedik hiç.”

      “Oğullarınız evliler mi?” dedim.

      “Hayır.”

      Sandalyemde geriye yaslandım. Aklıma bir soru gelsin diye sigara paketime baktım. Yardım etti.

      “Sizin ofisi gören Mobese var mı?”

      “Doğrudan bize bakan yok. Bizden çıkan biri sola giderse elli metre sonra kavşaktakine takılabilir. Sağa giderse mesele yok.”

      “Çevrede kameralı işyerleri?”

      “Banka falan gibi dişimizin geçmeyeceği birileri yok. Ötekilerden bir iki takan oldu, rica ettik, bizi görmüyorlar artık.”

      Sanki kendi kendiyle dalga geçiyor gibi gülümsedi. Yardım ettiği için ödüllendirdim sigara paketimi. İçinden bir çubuk eksildi. Daha az içmeliyim bu mereti, diye geçirdim içimden. Dumanım bu kez yukarıya deminkinden çok daha hızlı yükseldi.

      “Sizde de yok?” dedim. “Kamera. İçeride yani.”

      “Yok,” dedi.

      “Pekâlâ,” dedim.

      “Pekâlâ ne?” dedi.

      “Aklıma soracak başka şey gelmiyor,” dedim. “İşi sizin ofiste bitirmek makul geliyor şimdilik. İnce ayar ne yapacağımızı biraz düşünmem lazım.”

      “Ne kadar?” dedi.

      “Ne ne kadar?”

      “Ne kadar zaman istiyorsun?”

      Aynı soruları başkalarına da sorduğunda ve aldığı cevaptan hoşlanmadığında neler yapabileceğini hissettiren bir tavırla konuşmuştu. Üzerime alınmamaya çalıştım.

      “Bir hafta,” dedim.

      “Yirmi dört saat,” dedi.

      “Çok kısa.”

      “Hayat da öyle,” diye karşılık verdi. “O kadar bile vaktim olmayabilir. Bu beyin tümörlerinin ne zaman ne yapacakları belli olmuyor.”

      “Kırk sekiz saat” dedim.

      “Tamam,” dedi. Hafifçe geri çekilip sırtını sandalyenin arkalığına yasladı. Yüzünde fiziksel acı çekenlerin yüzündeki gibi bir kasılma oldu. İyi olup olmadığını sormak aklımdan geçmedi.

      Elimi sigara paketime attım. Daha cebime yerleştirmeden konuştu.

      “Kırk sekiz saat sonra ne olacak?” dedi.

      “İstediğinizi nasıl yapacağımıza dair bir yol bulmuş olacağım.”

      Başını salladı sözlü sınav yapan bir öğretmen gibi. Gerisini bekledi.

      “Gelip anlatacağım,” dedim. “Oğullarınız da yanınızda olmalı. Dinleyecekler. Hep beraber ikna olursanız el sıkışıp ayrılacağız. Çekip gideceğim. Gerisini gazetede okurum. Unuturum sonra.”

      “İlginç olacak,” dedi yüzünde hâlâ o rahatsız ifadeyle.

      Ne demek istediğini açıklasın diye bekledim.

      “Bizim çocuklarla sonumun kurşunlanmak olduğunu konuşurduk ara sıra rakılarken. Nasıl olacağını hayattayken öğrenmek ilginç değil mi?”

      Buna cevap vermedim. Ayağa kalktım.

      “Aynı saatte,” dedim.

      “Aynı saatte,” dedi.

      Arkasında sigara içen adamlarına nasıl bir işaret verdiğine bakma gereği duymadan döndüm. Kapıya doğru yürüdüm. İnsanı insan olduğuna pişman ettiren müzik beni temiz havaya çıkana kadar izledi.

      Sonuç

      Aynı kapıdan, aynı saatte ama farklı duygularla girdim. Tefeci aynı masada oturuyordu. İki yanında iki genç adam vardı. Sigara İçilmez panosunun altındaki iki adam yerlerinde yoktu. Dışarılarda bir yerlerde olmalıydılar. Aynı montlarla. Muhtemelen aynı marka sigaralarıyla. Üçünün oturduğu masanın çevresindeki tüm masalar boştu.

      Müşterime doğru ne yaptığını bilen birinin adımlarıyla ilerlerken fark ettim mekânın sessizliğini. Müzik yoktu. İçimden şükrettim. Arkamdaki kapı kapandığında sokağın sesleri de sansürlenmişti. Hiçbiri konuşmuyordu. Girdiğimde kafalarını bana doğru çevirmişler, sessizce oturuyorlardı.

      Son iki adımımda adamın iki yanında oturan oğullarına baktım. İkiz değillerdi ama şaşılacak kadar benziyorlardı adama. Yanakları henüz dolmamıştı, o kadar. Babalarından daha sert bir tavır takınmaya çalışıyor gibi görünüyorlardı. Bana göre soldaki daha büyüktü galiba. Sandalyesinde hafifçe geriye kaykılmıştı. Sağ eli kumaş pantolonunun cebindeydi. Sağdaki iki elini masanın üstünde önünde birleştirmişti. Saçları ötekinden farklı olarak iki yandan yukarıya sivrilecek biçimde jölelenmişti.

      Tefecinin üzerinde aynı kıyafetin bir ton açık renklisi vardı. Kravat, yaka mendili yerindeydi. Masanın önüne geldiğimde hafifçe gülümsedi.

      “Tam saatinde,” dedi.

      Bir şey söylemeden boş sandalyeye oturdum. Masada temiz bir küllük vardı.

      “Benimkiler…” dedi adam eliyle önce büyük sonra küçük kardeşi göstererek. Yüzlerindeki ifadede bir değişiklik olmadı çocuklarının.

      Adımı söylemeden ikisine de başımla selam verdim. Sonra bakışlarımı tefeciye çevirdim.

      “Çözdünüz mü benim işi?” dedi adam.

      Sorusuna soruyla cevap verdim.

      “Hâlâ aynı düşüncede misiniz?”

      Başını salladı olumlu anlamda.

      Bir soru daha sormam gerekiyordu.

      “Delikanlılar da aynı fikirde mi?”

      “Babam ne derse o,” dedi soldaki. Sağdaki başını salladı.

      “Müzik için teşekkürler,” dedim.

      “O kadar halden anlarız,” dedi tefeci hafifçe gülümseyerek. “Siz şimdi ne yapacağımızı anlatın.”

      Sesimi çıkarmadan durdum.

      “Evet?” dedi tefeci.

      Konuşmadım. Sigara paketimi çıkarıp masaya koydum. Üzerinde yazanlara bakmadım. Nasıl olsa hepimiz ölecektik. Bazılarımız daha önce, bazılarımız daha sonra. Ağzımı açmadım ama.

      “Ne bekliyoruz?” dedi solumdaki.

      Ona cevap vermedim. Gözlerimi tefecinin gözlerine diktim bekledim. Adam deminkinden daha genişçe gülümsedi.

      “Malı görelim önce,” dedi. “Beğenirsem hazır.”

      Eliyle ceketinin içcebinin olduğu noktaya dokundu dışarıdan.

      Pekâlâ,