Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SEN ÖLÜRSÜN BEN YASARIM


Скачать книгу

p>

      SEN ÖLÜRSÜN BEN YASARIM

Yazarın Yayınevimizden Çıkan Kitapları

      ATEŞ ETME İSTANBUL

      BEYAZ ELDİVEN SARI ZARF

      BİN LOTLUK CESET

      BİR ŞAPKA BİR TABANCA

      ÇIPLAK CESET

      KRAMPONLU CESET

      SON CESET

      YENİK VE YALNIZ

      ROL ÇALAN CESET

      GENÇ YAZARLAR İÇİN HİKÂYE ANLATICILIĞI KILAVUZU

      Başta Bahar,

      bütün Altın Kitaplar insanlarına…

      1. BÖLÜM

      Daha elimi zile atmadan kapının hafif aralık olduğunu gördüm.

      İyi haber değildi bu. Defalarca doğrulanmıştı iyiye işaret olmadığı. Birini görmeye gittiğimde çalacağım kapının aralık olması bela getirirdi. Temiz bela. Ardına bakmadan çekip gitmeni gerektirecek türden bela. Gelgelelim seni o kapıya kadar getiren her neyse, çoktan seni belanın içine çekmiş, kaderini çizmiş olurdu. Çekip gitmek kurtarmazdı.

      Hemen arkama baktım. Koridor boştu. Sonra binanın ana girişinde, asansörde, asansöre girip çıkarken beni gören biri olup olmadığını hatırlamaya çalıştım. Kimse görmemişti sanki. İçim hiç rahatlamadı ama. Şimdilerde evlerin çevrelerinde, koridorlarında kameralar oluyordu. Üstelik: “Tamam, Remzi Bey. Akşam evde görüşürüz. On birde. Telefonuma kaydediyorum.

      Lanet akıllı telefon!

      Mendilimi çıkardım yine de. Parmaklarımla demir kapının arasına tampon yapıp kapıyı biraz ittirdim. Bir karış kadar açıldı. Arkama baktım yeniden. Kafamı uzatıp içeriyi dinledim. Ses gelmiyordu. Koridorun otomatiği söndü. Asansör çağrıldı aşağıdan. İçeri girdim.

      Kilit dışarıdan kurcalanmış görünmüyordu. Daireye girdiğime göre kapının aralık kalması iyi olmazdı. Yine mendili kullanarak kapadım. Hafif bir çıtırtıdan başka ses çıkmadı.

      Karanlıktı. Karanlık ve sessiz. Gökyüzüne küstah bir görgüsüzlük anıtı gibi yükselen apartmanın on altıncı katında, aydınlık pencerelerin kimselerin dikkatini çekmeyeceğine güvenip elimin sırtını duvarda gezdirerek bir elektrik düğmesi aradım. Buldum.

      Ortalık aydınlandı. Gözlerimi kıstım. Tam karşımda boydan boya gecenin New York’u duruyordu. Dünya Ticaret Merkezi’nin camları ışıl ışıldı. Küçük girişte etrafa göz gezdirdim. Kapının yanındaki duvarda yalnızca boş bir askılık vardı. Tam altında aynı malzemeden, üstünde bir çift yumuşak erkek ayakkabısı ve parlak kadın terliği taşıyan bir ayakkabılık duruyordu.

      Kapısız, orta boy bir kemerin altından geçip salona adım attım. İlk gördüğüm, tam karşıda, içeri girenleri görkemle buyur eden abartılı boyutta bir televizyondu. Kahredici giysileri içinde mankenler bir aşağı bir yukarı yürüyüp duruyorlardı ekranda. Ses kapalıydı. Televizyonun önündeki yüksek arkalıklı koltukların sırtı bana dönüktü. Sağımdaki duvar yerini neredeyse boydan boya pencerelere bırakmıştı. Perde yoktu. Camın ardında, girişteki New York’la yarışmaya niyetli ama yüz yıl geriden gelen bir İstanbul uzanıyordu. Soldaki duvar yeni kurulacak bir bara sermaye olabilecek çeşitlilikte içki şişesi taşıyan uzun camlı dolaba uygun görülmüştü.

      Ölümün kokusunu mu aldım, bilmiyorum. Tuhaf, tatsız bir koku vardı ortalıkta, belli belirsiz bir sesle çalışan klimanın varlığına karşın. Ağzımdan nefes alarak koltuklara doğru ilerledim. İçimde alarm zilleri çalmıyordu, olan olmuştu çoktan. Televizyonda kızlar hâlâ yürüyordu. Koltukta başı hafif yana eğilmiş adam kızları izlemiyordu. İzleyemezdi.

      Yine de, “Hassiktir!” dedim içimden. Kocaman bir hassiktir! Elin oğlu, kaşının üstünde küçük bir delikle yüksek arkalıklı koltuğunda kıpırdamadan oturuyordu. Deliğin çevresindeki kanlar koyulaşmaya başlamıştı. Sağ eli vücuduyla kolçağın arasına düşmüştü, sol eli dizinin üzerindeydi. Altında incecik çizgili kumaştan bir eşofman vardı. Üstü çıplaktı. Bedeninde ciddi bir spor salonu mesaisinin izleri görülüyordu. Ayaklarının yakınında terlik yoktu. Belirgin bir alkol kokusu aldım. Galiba viski.

      Şahdamarının atıp atmadığını kontrol etmeye gerek görmedim.

      Bir sigara yaktım mecburen. İlk nefesimi cesede bakmamaya çalışarak çektim içime.

      Sonra cama yürüdüm. İki kanadını da açtım duvara yakın pencerenin. İçeriye temiz havadan önce, göğe yükselen binanın arkasından geçen otoyolun boğuk gürültüsü girdi. Koltuktaki cesetle yalnız olmadığımı hissettirdi bu bana, iyi geldi. İkinci nefesi geceye karşı bütün ışıklarını fayrap etmiş İstanbul manzarasına karşı çektim. Yarısı görülmeyen alışveriş merkezinin çatısında sarı, kırmızı, mavi marka adları vardı. Sokak lambaları peş peşe park etmiş otomobillerden başka hiçbir şeyi aydınlatmıyordu.

      Üçüncü nefesi içime çekerken düşündüm.

      Demek ki başka biriyle daha randevusu vardı Taylan Sezer’in. Küçük bir tabancanın, iyi gitmeyen bir sohbete karıştığı.

      Kıyafeti beklediği kişiyle enikonu samimi olduğunu gösteriyordu. Ya da benimle buluşacağını unuttuğunu. Telefonda kendimi havaalanının yakınlarında inşa edeceğini açıkladığı süper, hiper ve aklınıza ne gelirse vaat eden rezidanslardan biriyle ilgilenen bir pilot olarak tanıtmıştım. Söylediklerimin yarısı doğruydu, yalanım onunkilerden daha küçüktü yine de. Neden illa o gece görüşmemiz gerektiğini okyanus aşırı bir uçuşa çıkacağım gerekçesiyle açıklamıştım. Biraz şaşırtmıştı beni, hemen kabul etmişti. Etrafında dans edeceğimiz para, üstü giyilmemiş eşofmandan fazlasını hak ediyordu açıkçası.

      Sigaramdan bir nefes daha çektim. Kahve ihtimalini aklımdan uzaklaştırmaya çalıştım.

      Sırtımı açık pencereye vererek salonu bir kez daha gözden geçirdim.

      Tam karşımdaki içki dolabının yanındaki kapı, yatak odasına açılıyor olmalıydı. İki parmak aralıktı. Göz atmayı erteledim. Solumda açık mutfakla salon arasında, her iki tarafında da ikişer yüksek sandalye olan bir tezgâh duruyordu. Tezgâhın arkasında neredeyse hiç kullanılmadığı belli bir mutfağın minimum gereksinimi beyaz eşyalar ve bir çalışma alanı sıralanıyordu. Deterjan reklamlarının son planlarına yakışacak lekesizlikteki lavabo dışarı açılan pencerenin dibindeydi.

      Dikildiğim yerden gözlerimi koltuğunda milim kıpırdamadan oturan adama çevirdim. Koltuğun arkalığından kafasının kenarı, profilden görünüyordu. Gözlerini kırpmayan, yakışıklı bir surat. Yüz yüze hiç gelmediğim. On dakika sürmeyen bir telefon konuşmasında tanıdığım. Bir nefes daha çektim içime. Derin bir nefes.

      Her zaman böyle olmazdı. Bazen olurdu, her zaman değil.

      Birisiyle telefonda konuşurdum. Konuşma iyi giderdi, kötü giderdi. Yüz yüze konuşmak gerekirdi. Yüz yüze konuşurken telefonda akıl edilemeyen şeylerin hatırlanması ihtimali yüksekti. Buluşmak için yer, saat belirlerdin. Saat gelip kapıya dayandığında, kapalı olması gereken kapı açık olurdu. Nefes alması gereken kimse heykel gibi kalmış olurdu. Konuşamazdın.

      Belayı üstüme çekmek gibi bir lanetim olduğunu ben biliyordum ama benimle konuşmak için sözleşen kimseler her zaman biliyor olmazlardı. Kapıdan Remzi Ünal diye biri girecek, biraz da can sıkabilir, diye düşünürlerdi en çok. Oysa sıkılacak can kalmazdı ortalıkta birden.

      Başıma geldiğinde, açık bir kapıdan girip artık hiç konuşamayacak birisiyle karşılaştığımda çekip giderdim. Hızlı tarafından. Aynı kapıdan ekip halinde girme ihtimali olan yakışıklı, pilot gözlüklü genç adamlarla, yeleğinde Polis yazanlarla, yazmayanlarla, Olay Yeri İnceleme tulumu giymiş bıyıklılarla karşılaşmamak için. Çünkü soru sorarlardı, sert sorular sorarlardı. İnsanın koluna girerlerdi, otomobillerine bindirmeden önce başını aşağıya bastırırlardı.

      Bu