Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SEN ÖLÜRSÜN BEN YASARIM


Скачать книгу

ikisine göre o kadar iyi değildi. On altıncı kattaki garsoniyer cinayeti ya da intiharı üçüncü sayfalara düşmemişti. Bir sürü kadın bir sürü erkek tarafından öldürülmüştü. Birileri dolandırılmıştı. Birileri hapisten çıkmıştı.

      Çayı bitirdim, simidi yarım bıraktım. Otomobilime bindim. Gazete kulübesindeki adamın kötü bakışlarına aldırmadan torpidodan araç telefonumu çıkardım. Araç telefonu dediğim bildiğiniz cep telefonlarındandı. Yıllardır kullandığım hakiki araç telefonu, Türk Telekom o servisi vermekten vazgeçtiğinde çöpü boylamıştı. Yerine aldığım telefonu şarj kablosundan çıkarıp yanıma almıyordum hiç. Malum, bizim işte iki elin birden serbest olması gerekir.

      Tuşlara basıp dün Taylan Sezer’den randevu almak için kullandığım numarayı buldum. Ara, dedim söz dinleyen cihazıma.

      Aradı.

      Cevap veren kız dün konuştuğum değildi.

      “Santral İnşaat…” dedi cilveli bir sesle.

      “Taylan Bey’le görüşmek istiyordum,” dedim.

      Bir an düşündü kız, bir yalana hazırlandığı için belki.

      “Taylan Bey bugün ofisinde değil,” dedi. “Kim arıyordu efendim?”

      Taylan Sezer’in telefonunun notları arasından çıkmak isteyen biri, dedim içimden.

      “Adım Remzi Ünal,” dedim. “Dün gece bir daire işini görüşmek için buluşacaktık. Ben gelemedim. Hem özür dilemek hem de yeniden ne zaman görüşebiliriz sormak istiyordum,” dedim.

      “Not alıyorum efendim,” dedi kız. “Sekreterine ileteceğim hemen.”

      “Çok teşekkür ederim,” dedim. “Ofise ne zaman döneceğini biliyor musunuz?”

      “Maalesef efendim,” dedi. “Sekreteri de bilmiyor, demin görüşmüştüm kendisiyle.”

      “Pekâlâ,” dedim. “Çok teşekkür ederim.”

      Kapadım telefonu, yerine yerleştirdim.

      Hâlâ bana bakan gazete bayisine bir gülücük attım kontak anahtarını çevirirken. Otomobilim beni zorlanmadan Büyükdere Caddesi’ne çıkardı. Sabahın trafiği hâlâ yoğunluğunu düşürmemişti. CD çalarımda Cream dinleyerek eğlendim yol boyu. Seten Plaza’nın cehennem yönünde üç kat inen otoparkının girişindeki güvenlikçilerin otogaz denetiminden kolaylıkla geçtik.

      Asansör doluydu. Lobi katında boşaldığında binaya giriş kartları olanlar hızla ortadan kayboldular. Ben ve orta yaşın epey üstündeki bir çift, daha sabah mahmurluğunu üstünden atamamış gibi görünen resepsiyon görevlisinin önüne dikildik.

      Önceliği onlara verdim.

      Geleceklerini garantiye almak yolunda her ay yatırdıkları paranın getirisi konusundaki hayal kırıklıklarını paylaşmak için geldikleri özel emeklilik şirketinin dördüncü kattaki ofisine, ellerinde ziyaretçi kartıyla yollandıktan sonra sıra bana geldi.

      Onlar istemeden nüfus kartımı çıkarmıştım. Yasal hakları değildi ama koca koca plazaların güvenlikçileri de en az Remzi Ünal kadar yasaları takmama hakkına sahip olmalıydılar. Görevlinin yüzü Sezin Sabuncu’nun adı geçince gülümsedi. Yukarıya telefon etmeden verdi payıma düşen ziyaretçi kartını.

      Asansörde tek başımaydım bu kez. Kabinin bir duvarını kaplayan aynadaki görüntüme bakmadım. Kim olduğumu biliyordum. Neler yapabileceğimi, neler yapamayacağımı biliyordum. Kimden kaçmam, kimin peşine düşmem gerektiğini biliyordum. Eskisinden daha iyi biliyordum hiç olmazsa.

      Asansör beni O’Connor Consulting’in tam ortasına bıraktı. Tüm katı işgal ediyorlardı demek ki. Ama yine de tam karşıdaki, bu kez kalın camdan yapılmış resepsiyon masasındaki kıza ifadenizi vermek zorundaydınız.

      Kız, aşağıdaki adamın aksine günün keyfini çıkarıyor gibiydi. Bunun nedeninin maaşı mı yoksa yılda iki kere aldığı iletişim eğitimi mi olduğunu bilemezdiniz elbette.

      Eve metroyla dönüyorsa, Atatürk Oto Sanayi’nin çıraklarını heyecanlandıracak askılı bir bluz giymişti. Dudakları saçının rengindeydi, olgun portakal. Burnu görüntüsüne göre biraz kocamandı.

      En işe yarar gülümsememi takındım.

      “Sezin Sabuncu’yu görecektim,” dedim. “Geleceğimi biliyor. Remzi Ünal benim adım.”

      Gülümsememe cevap verdi. Tezgâhındaki telefonu kaldırdı.

      “Sezin Hanım, Remzi Ünal Bey geldi,” dedi ahizeye. Bekledi. Bana döndü sonra.

      “Biraz bekler misiniz?” dedi sağ tarafımızdaki deri kanepeyi işaret ederek. “Gelecek Sezin Hanım.”

      Teşekkür ettim. Oturmadım ama. Nedense içimde bir his fazla beklemeyeceğimi söylüyordu.

      Haklı çıktım. Daha deri kanepenin solundaki Hitit bira küpü boyutunda saksıdan tavana doğru uzayan devetabanının yanına doğru üç adım atmıştım ki arkamda seri topuklu sesleri duydum. Döndüm.

      Sezin Sabuncu boydan boya cam kayar kapıdan geçmiş, bakışlarını kabul alanında gezdirerek yürüyordu. Beni görünce gülümsedi. Çok değil.

      Dünkünden farklıydı kıyafeti. Hakama gitmiş, diz hizasında ama cömert yırtmaçlı soluk mavi bir etek gelmişti. Bol bluzu çok alaca bulaca desenliydi. Üstten iki düğme açıktı. Saçları iki yana ortadan bölünmüştü. Kararlı plaza kadını adımlarıyla yürüyordu.

      İki adım öteden uzattı elini, ben de bir adım attım, o sağlam el sıkışını deneyimledim.

      “Günaydın,” dedi gözlerinin içi gülerek, dudaklarıyla değil. “Haberler iyi değil ama…”

      “Günaydın,” dedim. “Hayırdır?”

      Resepsiyondaki kıza doğru bir bakış atıp beni geldiği kapının tam karşısındaki geniş pencerenin önüne doğru sürükledi dokunmadan.

      “Vehbi ortada yok,” dedi. “Sabah gelmemiş. Telefon da etmemiş hastayım falan diye…”

      Buyurun buradan yakın, dedim içimden.

      “Siz bir arasanız…”

      “Aradım,” dedi. “Sizin gibi benim de var bir-iki soracağım. Aradım. Kapalıydı telefonu.”

      Yan yana, pencereden dışarı bakıyorduk. Peş peşe, ardı ardına uzanan çirkin plazalar. Pencereleri açılmayan. Sıçrasam geçeceğim kadar yakın neredeyse. Örümcek Adam artık rahatça gelebilir İstanbul’a, dedim içimden. Gelmezdi ama. Buraların haydutlarıyla baş edemeyeceğini bilirdi.

      “Sık sık yapar mıydı bunu?” dedim.

      “Hayır,” dedi Sezin Sabuncu. “Mesai konusunda katı kuralları vardır şirketin. Kuryeler işten kaytarmak için başka yöntemler kullanırlar.”

      “Kaç kuryeniz var?”

      “Üç. Neden?”

      “Belki kurye arkadaşları biliyordur nerelerde olduğunu,” dedim. “Hani işleri kendi aralarında paslaşmak falan…”

      “Bizimki pek içli dışlı değildir ötekilerle ama olabilir. Bir bakayım. Siz burada biraz bekler misiniz? Hemen gelirim.”

      “Acele etmeyin,” dedim.

      Bu kez oturdum deri kanepeye. Sezin Sabuncu’nun kapıya doğru ilerlemesini, kapının iki yana kayışının ardından girip sağdan kayboluşunu seyrettim. Dışarıdakinden daha güzel bir manzaraydı. Rahattı da. İçinde gömülüp buraya ne için geldiğinizi unutabilirdiniz.

      Resepsiyondaki