Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SEN ÖLÜRSÜN BEN YASARIM


Скачать книгу

görmemiştim,” dedi. “Silahınız var mı?”

      “Yasa izin vermiyor,” dedim.

      Bu kez o güldü.

      “Yasalara fazla kafayı takmayacak biri olduğunuzu gösterdiniz az önce ama.”

      “Zaman zaman ikiyüzlü bir alçak olmakta sakınca görmem,” dedim.

      “Tam çağımızın adamısınız o zaman,” dedi. “Güzel.”

      “Sıra sizde,” dedim.

      “Yok,” dedi. “Devam edin. O evde bulunmanız iş icabı mıydı?”

      Sahneye çıkma sırasını tartışmaya gerek görmedim artık.

      “Bir arkadaşımın evine temizliğe gelen kadının oğlu, bu Taylan Sezer denen adamın inşaatlarından birinde çalışıyormuş. Kaza geçirmiş. Başından yaralanmış. Adam hiç ilgilenmemiş. Anası babası benden gidip bir konuşayım diye rica ettiler. Ben de aradım adamı. Esas derdimi söylemedim. Önce bir malı göreyim dedim. Gördüğümü siz de gördünüz.”

      “Şimdi ne yapacaksınız?”

      “Bilmem,” dedim. “Üstüme siz geldiniz. Şimdi de sizle konuşuyorum.”

      “Sıra bende yani…”

      “Evet.”

      “Benim söyleyeceklerim ne işinize yarar bilmem,” dedi otomobilimin yolcu koltuğunda oturan adını bilmediğim kadın. “Vehbi, anlaşıldığı gibi sevgilim, sevgilim değil de, bir tür, ne bileyim…”

      Cinsel hayatının beni zerrece ilgilendirmediğini belirten bir baş sallamasıyla cesaretlendirmeye çalıştım kadını. Gördü mü görmedi mi, bilmiyorum.

      “O dairede buluşuruz sık sık,” diye devam etti. “Taylan dediğiniz adamı hiç görmedim. Adını da duymadım Vehbi’den.”

      Benim tarafımdaki dikiz aynasından bir otomobilin kavşaktan belirişini gördüm. Bizi görünce uzaklarını yaktı. Sonra yeniden kısaları. Tam yanımızda yavaşladı. İçinde daha yeni ehliyet almış iki oğlan vardı. Bize baktılar. Sonra birbirlerine. Gülüştüler. Ağır ağır yolun aşağısına devam ettiler.

      “Soyadı ne Vehbi Bey’in?” diye sordum gittikçe küçülen stop farlarına bakarken.

      Çok komik bir şey söylemişim gibi güldü.

      “Vehbi…” dedi. “Soyadı Kanat. Vehbi Kanat. Böyle söyleyince komik oluyor. Vehbi Bey!”

      “Ne iş yapar Vehbi Kanat?”

      Bir kez daha güldü.

      “Bizim şirketin kuryesi. Motosikleti var. Hızlıdır yani…”

      Anladım, dedim içimden.

      “Sizin şirket ne yapar?” dedim. “Ve de siz ne yaparsınız?”

      “Bir danışmanlık şirketinde çalışıyorum. O’Connor Consulting. Satın almalarda, birleşmelerde şirket yöneticileri kiminle dans ettiklerini öğrenmek için bize gelirler. Büyük kredi ilişkilerinde falan. Big deals. Uzmanım ben de. Şirketlerin zayıflıklarını, pisliklerini bulup parasını ödeyenlere rapor ederim.”

      Bu kez ben güldüm konuşurken.

      “Bir tür meslektaşız doğru anladıysam,” dedim.

      “Herhalde,” dedi sigarasını pencereden attıktan sonra. “Bizim de tabancamız yoktur.”

      “Sizin şu Vehbi Kanat’ı nasıl bulup konuşurum?” dedim.

      “Niye?” dedi.

      “Başka kimle konuşayım?” dedim.

      “Doğru ya,” dedi.

      “Evet,” dedim. “Söz verdim ihtiyarlara.”

      Koltuğunda neredeyse bütünüyle bana döndü.

      “Şirkete gelin yarın,” dedi aklında çok daha başka şeyler varmış gibi. “Ben sizi tanıştırırım. Bana yaptığınız gibi bir hikâye uyduracaksanız da bozmam işinizi. Bana da bir-iki açıklama borçlu Vehbi, tahmin edeceğiniz gibi.”

      “Maslak?” dedim.

      “Seten Plaza,” dedi. “Yedinci kat. O’Connor Consulting.”

      “Aşağıdaki güvenlikçilere kimi göreceğimi söyleyeceğim?”

      Yüzünde bir sürü genç kadında gördüğüm ifadeyi gördüm.

      “Sezin Sabuncu, ben,” dedi.

      Elimi uzattım. Tokalaştık. Teni yumuşaktı ama sıkı tutuyordu insanın elini.

      Elimi kurtarınca kontak anahtarına götürdüm.

      “Nereye bırakayım sizi?” dedim otomobilimi çalıştırırken.

      2. BÖLÜM

      Sezin Sabuncu’nun yakın ve güvenilir bir taksi durağına bırakılmaktan başka bir dileği yoktu. İşime geldi bu. Evimin yakınlarındaydık. Yeni taşınmama1 rağmen iyi kötü tanıdık müşteri statüsüne terfi ettiğim mahalle durağına götürdüm onu. Yolda konuşmadı. Ben de. Ne olacaksa yarına bırakmıştık. Taksiciler beni gördüklerine sevindiler. Getirdiğim kadına gülümsediler. “Aklın hanımefendide kalmasın abi,” dediler. Hoşça kalınlarımız kısa sürdü.

      Otomobilimi Akatlar’a sürükledim sonra. Muhtarlığın yan tarafındaki telefon kulübesinin önünde durdum. Yolu tıkamıştım ama gecenin bu saatinde gelip gidenin olmayacağına güvendim.

      Cüzdanımdaki telefon kartını soktum cihaza. Hayret, telefon da çalışıyordu, kartımda da hâlâ kullanılacak dakikalar vardı.

      155’i tuşladım.

      Bir hayret daha. İkiletmeden açıldı.

      Derdimi anlatmak zor oldu ama. Telefondaki kadına adresi üç kere tekrarladım. Kim olduğumu, nereden aradığımı söylemeyi iki kere reddettim. Belki inandı televizyon seyreden bir ceset ihbar ettiğime, belki inanmadı. Kendisi bilirdi. Amirleri bilirdi.

      Telefonu kapayınca otomobilime binip geri döndüm. Zeytinoğlu Caddesi’nden aşağı devam ettim. Eski evimin üstünden geçerken geçmişin geçmiş olduğuna bir kere daha karar verdim. Uğur Mumcu Caddesi’nde bir sürü şey hatırladım. Otoyolcular Sitesi’nin önünden yolun dar noktasında üstüme gelen Range Rover’a içimden küfrettim. İlerledim. Bizim sitenin otoparkının bu saatte ağzına kadar dolu olacağını bildiğim için cadde üstüne, sağ tekerlekleri kaldırımın yarısına kadar çıkararak bıraktım otomobilimi. Bekçisiz bekçi kulübesinden geçtim. Apartmanımın kapısı açıktı. Zemin kattaki evime merdivenlerden indim mecburen.

      İki kişinin yaşaması için planlanmış olan ve benim de bu gerekçeyle taşındığım evimde hâlâ yalnız başımaydım. Yeniklik duygusunu atmıştım ama. Bakardık. Olursa olurdu, olmazsa olmazdı. Ben de buralardaydım, Yıldız Turanlı da. Yok, Yıldız Turanlı buralarda değildi. İnsanların kafalarının içine daha iyi bakabilmek için bir tür eğitime gitmişti Londra’ya. Epey sürecekti. Telefonlaşma âdetimiz yoktu.

      Bu evin banyosu ötekinden konforluydu. Uzun bir duş aldım. Üstümden sular damlatarak, kullandığım iki odadan birine, yatak odasına geçtim. Giyindim. Sonra mutfağa gidip bir kahve yaptım kendime. Açık. Artık Akmerkez yerine iki metre dibimdeki çam ağacını gördüğüm salon penceresinin yanında içtim. Sigarasız. Bilgisayarım hâlâ kim bilir hangi OMO kolisinin içindeydi. Yeterince uçtun zamanında, diyerek kendimi kandırdım.

      Sonra gidip uyudum. Salonun ışığını yanık bıraktım. Hırsızlara karşı.

      Uyandığımda