Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SEN ÖLÜRSÜN BEN YASARIM


Скачать книгу

pantolonumun arka cebine tıkıştırdım.

      Kurye Orhan Kapısız, “Bana ihtiyacınız yoksa ineyim aşağıya artık,” dedi.

      Sezin Sabuncu bana baktı. Kafamı salladım.

      “Tamam, Orhan,” dedi. “Teşekkürler. İhtiyaç olursa sana bakarım ben.”

      Orhan Kapısız bana başıyla acemi bir selam verdi, demir kapının arkasında kayboldu.

      “Gideyim şu motora bir bakayım,” dedim kapı kapanınca.

      “Ben de gelmek isterdim ama çıkamam ki… İşim çok,” dedi Sezin Sabuncu. Yüzünde onu tanıdığım andan beri gördüğüm en endişeli ifade vardı.

      “Mesele değil,” dedim. “Numaranızı verin, ararım ben sizi ne olduğunu anladıktan sonra.”

      Tane tane bir cep telefonu numarası söyledi. Her rakam grubunda başımı salladım. Not almayışıma hayret eder gibi gözükmedi.

      “Teşekkür ederim,” dedim. “Arayacağım.”

      Sanki cevabı biliyormuşum gibi gözlerime bakarak konuştu.

      “Başını belaya mı soktu bizimki, ne dersiniz?”

      “Bilmiyorum,” dedim. “Anlayacağız.”

      “Teşekkür ederim çok, zahmetleriniz için.”

      “Size yardım etmiyorum,” dedim. “Kendime yardım ediyorum.”

      Kapıya döndüm beraber çıkarız diye.

      “Bana bir sigara daha verir misiniz?” dedi. “Şurada biraz kafamı dinlemek istiyorum.”

      Paketimi çıkardım. İçinden bir tane aldı. Yaktım sonra. Çakmağı cebime yerleştirip elimi uzattım.

      “Esas ben teşekkür ederim,” dedim. “Görüşmek üzere.”

      Sigarasını sol eline alıp elimi sıktı. Soğuktu eli. Bir şey söylemedi.

      O’Connor Consulting’in steril havasından hemen kurtuldum. Resepsiyondaki kıza bir gülücük salladım, ne olur ne olmazdı, bir kere daha gelebilirdim buraya. Sonra attım kendimi asansöre.

      Hayatlarından bezmelerine az kalmış sekiz plaza insanıyla indim aşağıya. Kimliğimi aldım. Otoparka yöneldim.

      Otomobilimin yerini hatırlıyordum ama hafif kaybolmuş gibi yapıp Kurye Orhan Kapısız’la Kurye Vehbi Kanat’ın fırsat buldukça kıçlarının üstüne oturdukları Ulaşım Ofisi’nin nerede olduğunu bulmaya çalıştım. Bulamadım. Uzatmadım.

      Büyükdere Caddesi’nin Sarıyer’e yönelen trafiğine katılmıştım iki dakika sonra.

      Yol bu saate göre açık sayılırdı. Pencereyi açtım, rüzgâr suratıma vuruyordu. Az buçuk acıkmıştım ama bunun keyfimi bozmasına izin vermedim. Belki sonra bir porsiyon Sarıyer böreği…

      Sarıyer’e kadar Blues Brothers dinleyerek gittim. “Sweet Home Chicago”nun sonlarına doğru Yusuf Ziya Öniş Stadı’nı arkamda bırakmıştım. Sesi kıstım, yavaşladım. Bir köşede durup arka cebimden adresin yazılı olduğu kâğıdı çıkardım. Cadde, sokak, numara ne varsa ezberledim. Devam ettim.

      İstanbul’la herhangi bir Anadolu kasabasının karıştığı bir çevrenin alacasında, hafif yokuş yukarı, ağır ağır ilerliyordum. Derme çatma bir lastik tamircisinin yanından geçtikten sonra şehrin en ünlü özel liselerinden birinin yön tabelasına rastlıyordunuz. Cadde bazen daralıp bazen genişliyordu. Ruhunuz gibi.

      Sokağı buldum. Yabancıları içine çağırmayan cinsten bir sokaktı. Girmedim. İlerledim. Yakında Laz bir müteahhidin ağzını sulandıracak kadar köhne iki katlı bir evin önünde durdum. Buraya park etmemden rahatsız olacak birileri yaşamıyor gibi duruyordu bina. Kaldırımın yarım metre içine girerek park ettim otomobilimi.

      Çıktım dışarı. Çevreme hiç bakmadan kilitledim kapıyı. Hemen aşağıdaki hırdavatçıdan bir buçuk ton çimento alacak biri gibi kararlı ilerledim demin mimlediğim sokağa. Sokağın başına gelince sağa kıvrıldım. Kapının önüne çömelmiş iki yaşlı kadına hiç bakmadan yürüdüm. Onlar baktılar bana. Her geçene bakarlardı. Oralı olmadım. Sokak ileride sola kıvrılıyordu, nereye gittiğimi görmezlerdi.

      Şimdi O’Connor Consulting’den, çalışanlarından birinin neden işe gelmediğini merak eden altın kalpli bir yöneticiye dönüşebilirdim. Sorarlarsa yani. Kimse sormadı. Pencerelerden bakan olmadı.

      Numarayı buldum.

      Herhangi bir Âdem evladının, dünya üzerinde Sezin Sabuncu’yu getirebileceği son ev burası olmalıydı. Kemal Sunal’ın yıkmak için gelen kötü müteahhide karşı, kafasından aşağı benzin süsü verdiği suyu dökerek savunduğu gecekondusundan daha eski, daha yıpranmış bir bahçenin kapısının önündeydim. Kırık kapı herhalde her seferinde omuzlanarak açılıyor, omuzlanarak yerine takılıyordu. Aralıklı tahtaların arasından, tavukların dolaştığı küçük bir bahçe görülüyordu. Bahçeyi son sulayanın erken bahar yağmurları olduğu açıktı. İçeriden hafif bir gübre kokusu geliyordu insanın burnuna.

      Bahçenin bitimindeki tek katlı evin yeşile boyanmış kapısının önünde Kanuni marka, Leopard model bir motosiklet duruyordu.

      Hah, dedim içimden.

      Çarpık kapıyı kolayca aştım. İçeri girdim. Yerine yerleştirdim. Gübre kokusu yoğunlaştı. İki dakika sonra alışırım diye düşündüm. Bahçenin ortasında yürüne yürüne betonlaşmış toprak patika müsveddesinden eve doğru yürüdüm.

      Evden ses gelmiyordu. Bahçenin duvarlarının arkasına geçtiğinizde, kimselerin size karışamayacağı gibi bir duyguya kapılıyordunuz. Karışırlardı ama belli olmazdı. Yine de kendine güvenen adımlarla yürümeye çalıştım.

      Yenisi yapılacağı için yıkılan bir yapıdan çıkma iki pencerenin de perdeleri inikti. İnce, dallı güllü bir kumaştandı perde, yine de içeriyi göstermiyordu. Kapıya vurdum hafifçe. Beklerken motora baktım.

      Civardaki en bakımlı şey bu motosikletti. Temizdi. Marşına basar basmaz hırlayacağa benziyordu. Otomobil sürücülerinin ihmal edemeyeceği kadar büyük sayılırdı. Selesinin arkasında kilit girişi olan bir port bagaj vardı. Benzin deposunun yanında da, kim bilir Vehbi’yi mi, başkasını mı üstünden attığı zamandan kalma bir vuruk. Gidonun üstüne kırmızı bir kask bırakılmıştı.

      İçeriden ne ses geldi ne hareket. Bir kez daha vurdum.

      Biraz daha bekledim.

      Açılmadı kapı.

      Bu kez kapıya en yakın pencerenin camına vurdum uyduruk demirlerin arasından elimi sokarak. Sonra bir daha…

      Kapı açılmadı.

      Ben de kilidini inceledim.

      3. BÖLÜM

      İncelediğim şeye kilit denir miydi, bilemiyorum. Bir zamanlar öyle bir şeydi anlaşılan. Kapıya sonradan takılmış, menteşeleri on yaşında bir çocuğun ittirmesine dayanamayacak kadar entipüften, eski bir metal parçasıydı.

      Eh, ben de on yaşından büyüktüm az biraz.

      Beni durduran kilidin çıkarmadığı zorluk değildi ama. Düşünüyordum.

      Girmeli miyim içeriye, çekip gitmeli miyim?

      Daha dün, girdiğim kapının ardında bir ceset daha bulmuştum. Normal insanlar ceset bulduklarında ya dövünüp ağlarlar ya polis çağırırlar. Ben kaçmıştım. Alışıktım. Ceset bulunca kaçardım.

      Ben kaçardım