Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SEN ÖLÜRSÜN BEN YASARIM


Скачать книгу

onlara bıraktım. Boğaz turu yapan motordan duyulan Tarkan şarkılarını da…

      Şimdi meccani hizmet verdiğim müşterilerime kısa bir rapor verme zamanıydı. İhtiyarlar aranıp sorulmayı beklerdi. Yola koyuldum.

      Boğaziçi Üniversitesi’nin önüne gelene kadar “Take Five” dinledim teybimde. İyi geldi. Saksofon ruhumu onardı.

      Az ilerideki tüp gaz bayiinin önünden sola saptım, aşağıya indim. Öğrenci kılıklı gençler yok oldu birden. Kapının önünde laflayan teyzeler çoğaldı. Onlardan korkmazdım.

      Daralan yolda karşıdan gelen polis aracına yol vermek için sağdaki sokağa soktum otomobilimin burnunu. İçindeki dört polis hep birden bana baktı. Kendilerine gülümsedim. Kullanan polis eliyle selam verdi. Geçtiler.

      İçim sıkıldı birden.

      İlerledim. Uzaktan gördüm. Yıldız Turanlı’nın büyük bir kesinlikle, doğru tarif ettiği iki katlı mavi boyalı evin önü kalabalıktı. Adamlar, kadınlar, çocuklar. Sokağın ilerisine kadar bir göz attım. Başka polis otomobili yoktu.

      Yoktu ama canımın sıkıntısı devleşti, hara’mda, anatomik yerini tam olarak bilmediğim bir yerlerde kıpırtılar büyüdü, beynimin arka yerlerinde alarmlar çaldı.

      Yok, hayır, öyle değildir dedim içimden.

      4. BÖLÜM

      Sokağa yayılan kalabalıkta kimseye dokunmamak için iyice yavaşladım. Hisarüstü ahalisinin yüzünde Gezi’den beri görmeye alıştığımız türden bir öfke vardı. Yabancı bir otomobilin içindekine kadar süzülme ihtimali taşıyan bir öfke. Yüzümde mecburi bir empati ifadesiyle yokuştan aşağıya ilerledim. Korna falan çalmadım. Öncelik onlarındı.

      Evi geçtikten sonra kalabalık azaldı. Hâlâ gelenler vardı. Gidenler de. Biraz hızlanabildim. Sokağın hafif genişlediği noktada, epeydir kapalı olduğu anlaşılan bisiklet tamircisinin önüne park ettim otomobilimi. Çıktım. Kapıyı kilitlemedim.

      Yukarıya doğru yürümeye başladım. Gözüm evin önünde toplanan kalabalıktaydı. İnsanlar gruplar halinde duruyorlardı. Bekliyorlardı.

      İki katlı evin bahçe kapısına yaklaştıkça yoğunlaşan kalabalığın arasında evimin salonunda gibi yürümeye çalıştım. Bakışları umursamadan. Kimse yanıma yaklaşmadı.

      Yeni boyanmış demir bahçe kapısının önünde, sigaradan sararmış bıyıkları Nietzsche’ninkine benzeyen bir adam duruyordu. Olağanüstü durumun sakin örgütleyicilerinden biri gibi… Elinde bir baston vardı. Sapı yumuk bir elcik değil, kocaman bir yuvarlak olan bastonlardandı. Güneş gözlüğü bıyıklarına hiç yakışmamıştı.

      Kapıya yaklaşınca başı bana döndü. Ağzını açmadı. Yanındakiler iki adım açıldılar. Bir bana, bir adama baktılar. Çoğunluğu gençti. Delikanlılar.

      Kapı bekçisinin seslendirmediği soruyu doğru cevaplamam gerekirdi. Yaradana sığındım.

      “Başımız sağ olsun,” dedim.

      “Dostlar sağ olsun,” dedi yere bakarak.

      İhtimalleri kafamın içinde hızla elden geçirdim. Çok vaktim yoktu.

      “Hanife Hanım nasıl?” dedim.

      “Nasıl olabilirse işte,” dedi adam. “İnsanın oğlu…”

      Hassiktir, dedim içimden. Hassiktir! İkinci sorum kolaydı.

      “Haslet amca?”

      “O daha iyi gibi ama göstermez acısını öyle kolay.”

      Biliyormuşum gibi kafamı salladım. Çevremizdeki delikanlılar ikimize yaklaştılar. İyiydi bu galiba.

      Evet, iyiydi. En büyükleri gibi duran, yandan iki çizgili eşofmanlı oğlan hafifçe, çok hafifçe gülümsedi bana.

      “Görebilir miyim Haslet amcayı?” dedim.

      Nietzsche bıyık demir kapının üzerindeki elini çekmedi.

      “Geç beyim,” dedi. “Siz?”

      Hüviyeti göstermenin sırası gelmişti. Bu adamlara yalan söyleyemezdim.

      “Hanife Hanım’la Haslet amca, kazayla ilgili bir-iki şeye bakmamı istemişlerdi,” dedim. “Sigorta, patron falan…”

      Adamın bıyıkları kadar heybetli kaşları yükseldi havaya, güneş gözlüklerinin arkasından. Demir kapıyı ardına kadar açtı.

      “Dediydi Haslet,” dedi. “Buyur beyim.”

      Adamın sırtına elimle dokunduktan sonra bahçeden içeri girdim. Evin giriş kapısı açıktı. Kapıya ulaşmak için çıkmam gereken üç basamaklı merdivende iki adam oturuyordu. Yaklaşınca iki yana doğru açıldılar. Onlara sessiz bir selam verip eşikten atladım.

      Eşiğin öbür tarafı ayakkabılarla doluydu. Mahallenin sosyolojik yapısını ele veren ayakkabılar. Çıkardım benimkileri, aralarına kattım. Yakışmadığını ben bile görebiliyordum.

      Sağdaki kapıdan elinde boş bardak dolu tepsiyle çıkan kız bana gülümsedi. Karşılık verdim. Konuşmadan, ahalinin çıktığı kapının arkasında olduğu bilgisini aldık verdik. O yöne yürüdüm. İçeriden alçak sesli konuşmalar, hıçkırıklar geliyordu. Derin bir nefes alıp içeri girdim.

      Sayamayacağım kadar kadınlı erkekli insan, odanın neredeyse üç duvarını da kaplayan sedirlerde sıralanmıştı. Yerde başka zaman olsa durup seyredeceğim desenlerle kaplı kocaman bir halı vardı.

      Ben içeri girince konuşmalar kesildi. Hıçkırıklar kesilmedi. O yöne ilerledim.

      Hanife Hanım olması gereken yaşta bir kadın, kendinden daha genç iki kadının ortasındaydı. Yere bakıyordu. Beyaz eşarbının ucunu ağzına yapıştırmıştı, hıçkırıkları, tam anlamadığım kesik sözcüklerle kumaşın dokusundan sızıyordu. Yüzünü, gözlerini tam görmedim.

      Uzaktan bakınca Hanife Hanım’ın eşi tam budur diyeceğiniz bir adam ayağa kalktı. Gözleri nemliydi. Hızlandım. Odanın ortasında sarıldık. Sırtını sıvazladım. Başka ne yapılır bilmiyordum.

      Ayrılınca yerine doğru döndü. Onu izledim. Yanında oturan ihtiyar, kayarak bana yer açtı. Oturdum.

      “Başın sağ olsun Haslet amca,” dedim.

      Sağ elini dizime koydu.

      “Sağ ol babam, sağ ol,” dedi. “Canlar sağ olsun.”

      Sağımdaki ihtiyar onaylarcasına başını salladı.

      “Aldılar götürdüler aslanımı, aldılar aslanımı benden,” dedi biraz kendi kendine, biraz bana.

      Ne diyeceğimi bilemedim. Ben de yere baktım. Canım sigara istemeye başladı.

      Dikildi oturduğu sedirde sonra. Yüzüme baktı. Kim olduğumu çıkaramadığını anladım.

      “Remzi Ünal’ım ben Haslet amca,” dedim. “Telefonda konuşmuştuk.”

      Yüzü oğlunu kaybetmiş birinin yüzü ne kadar aydınlanırsa o kadar aydınlandı.

      “Tamam, tamam Remzi Ünal Bey yeğenim,” dedi. “Sesini alamadım, kusura kalma.”

      “Önemli değil,” dedim.

      Aniden elime yapıştı. Beklemediğim kadar sertti tutuşu. Elimi kurtarmaya yeltenmedim.

      “Bul bunu yapanı,” dedi elimi aşağı yukarı sallayarak. “Kanını yerde koma… Sen bu işlerin adamıymışsın.”

      Bak, bu anladığım dildendi.

      “Biraz