camından içeri giriyordu. Saatine baktı. 6:15.
Giysileri içinde uyuyakalmıştı. Derin derin nefes aldı ve bütün bunların bir rüyadan ibaret olduğunun farkına vardı.
Kalbi hızla çarpıyordu. Gerçek gibiydi.
Kalktı, banyoya gitti ve yüzüne birkaç kere soğuk su vurarak uyanmaya çalıştı. Ancak, aynaya baktığında korkusu daha da arttı: aynadaki görüntüsü. Çok farklıydı. Oradaydı, ama aynadaki yansıması yarı saydamdı, bir hayalete benziyordu. Sanki giderek siliniyordu. Önce bunun bir ışık oyunu olduğunu düşündü. Işığı açtı, ama görüntü hala aynıydı.
Çok korkmuştu, ağlamak üzereydi. Ne yapacağını bilemiyordu. Onu kendine getirmesi için bir şeye ihtiyacı vardı. Konuşacak birine. Ona her şeyin iyi olacağını söyleyecek birine. Deli olmadığını söyleyecek. Değişmediğini. Aynı, eski Scarlet olduğunu.
Neden sonra, Scarlet annesinin papazla görüşme teklifini hatırladı. Şimdi gerçekten de ona ihtiyacı olduğunu hissediyordu. Belki de o kendisini daha iyi hissettirebilirdi.
Koridora çıktı ve çıkar çıkmaz iş için giyinmiş olan annesiyle karşılaştı.
“Anne?” diye söze başladı.
Caitlin durdu ve döndü, şaşırmışa benziyordu.
“Şekerim, bu kadar erken kalktığını bilmiyordum,” dedi. “İyi misin?”
Scarlet kafasını salladı, ağlamaktan korkuyordu ve koridorda ilerleyip annesine sarıldı.
Annesi de ona sıkıca sarıldı, onu kollarında hafifçe sağa-sola salladı; onun kollarında olmak iyi hissettirmişti.
Annesi “Seni özledim tatlım,” dedi. “Ve seni çok seviyorum.”
Scarlet omuzunun üzerinden “Ben de seni seviyorum,” dedi ve ağlamaklı oldu.
Annesi onu geri çekip, “Sorun nedir?” diye sordu.
Scarlet gözünün kenarından gözyaşını sildi.
“Geçen günkü teklifini hatırlıyor musun? Papazla görüşmekle ilgili?”
Kafasını sallayıp onayladı.
“Görüşmek istiyorum. Birlikte gidebilir miyiz? Bugün okuldan sonra?”
Annesi geniş bir şekilde gülümsedi, rahatlamış görünüyordu.
“Tabii gidebiliriz, canım.”
Scarlet’e bir daha sarıldı. “Seni seviyorum. Bunu sakın unutma.”
“Ben de seni seviyorum, anne.”
BEŞİNCİ BÖLÜM
Scarlet uzun zaman sonra ilk kez okula erken gitti. Koridorlarda henüz kimse yoktu ve dolabına giderken her yer hayalet şehir gibiydi. Hep geç gitmeye alışkındı, her yer kalabalık olurdu, ama bugün, kâbusundan sonra, yerinde duramamış ve evde oturup bekleyememişti. Ayrıca Facebook ve Twitter hesaplarını kontrol etmiş ve Vivian’ın ve arkadaşlarının kendi hakkındaki gönderileri yüzünden olağandışı bir aktivite olduğunu görmüştü ve okuldakilerin buna nasıl tepki verecekleri hakkında kaygı duyuyordu, okula erken gelmenin bütün bunları savuşturmasına yardımcı olacağına inanıyordu. En azından buraya erken gelerek bir şekilde pozisyon almış ve hazırlanmış gibiydi.
Ama yine de bunu pek faydası olmayacağını da biliyordu. Kısa bir süre sonra koridorlar çok sayıda çocukla dolacaktı ve bunlar gruplar haline gelip ona bakacak ve fısıldaşacaklardı. Belki de Blake de onlara katılacaktı. Buluşmaları hakkında onun herkese neler anlatmış olabileceğini merak ediyordu. Onlara olan biten her şeyi anlatmış mıydı? Onu bir çeşit kaçkın olduğunu anlatmış mıydı?
Bu düşünce kendisini kötü hissetmesine neden oldu, bu sabah kahvaltıyı es geçmişti. Bunların hepsine göğüs germeliydi ve yüzlerce çocuktan kaçının bu gönderileri takip ettiğini – ve kendisi hakkında ne düşündüklerini merak etti. Bir tarafı yer yarılıp içine girmeyi, kaçmayı ve bu kasabayı terk edip bir daha da geri dönmemeyi istiyordu.
Ama bunlardan hiçbirinin geçerli bir seçenek olmadığını bildiğinden, cesur olup bunları atlatmaya çalışmasının daha iyi olacağına karar vermişti.
Dolabını açıp o günkü derslerle ilgili kitaplarını alırken, ev ödevlerinde ne kadar geri kaldığını fark etti. Bu da onun için alışıldık bir şey değildi. Son iki gün çok çılgınca geçmişti, her şey daha önce olduğundan çok daha farklıydı. Her şeyi daha da kötü hale getiren şey ise, sabahın erken saatlerinde camlardan gelen güneş ışığına ancak gözlerini kısarak bakabilmesiydi ve ışık yüzünden daha önce hiç bilmediği korkunç bir baş ağrısı yaşadığını fark etti. Kendisini özellikle de parlak koridorda ellerini gözlerine siper ederken buldu ve bir kez daha onda ters giden bir şeyler olup olmadığını merak etti. Hasta mıydı ya da başka bir sorunu mu vardı?
Dolabının en üst rafındaki eski güneş gözlüklerini buldu ve içeride dolaşırken bile onları takıp gün boyu o şekilde dolaşmak istedi. Ama bu şekilde olumsuz anlamda çok ilgi çekeceğini biliyordu.
Tıpkı bir tsunami gibi koridorlar her yönden gelen çocuklarla dolmaya başladı. Telefonuna bir göz attı ve ilk dersinin birkaç dakika içerisinde başlayacağının farkına vardı. Derin bir nefes aldı ve dolabını kapattı.
Telefonuna herhangi bir mesaj gelmediğini de fark etmişti ve düşünceleri yeniden Blake’e ve dün yaşananlara kaydı. Kaçışına. Yeniden Blake’in başkalarına neler anlatmış olabileceğini merak etti. Gerçekten o kötü şeyleri söylemiş olabilir miydi? Onu terk ettiğini? Veya bunları Vivian mı uydurmuştu? Onun hakkında gerçekten ne düşünüyordu? Ve mesajlarına neden yanıt vermemişti?
Tabii ki, bu sessizliğin bir yanıt olduğunu varsaymıştı. Çok kızdığını ve artık ona ilgi duymadığını düşünmüştü. Ama telefonunu bir kez daha kontrol ederken en azından onun cevap vermiş olmasını umdu – sadece ona artık ilgi duymadığını söylemek için bile olsa. Yanıt alamamaktan nefret ederdi.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Sage hakkında da düşünmekten kendini alamıyordu. Onunla evinin önünde karşılaşmaları oldukça gizemliydi. Ondan uzaklaşmış olmasından pişmanlık duyuyor ve biraz daha orada durup onunla konuşmuş, ona daha fazla sorular sormuş olmayı umuyordu. Ama bunu düşünmek bile onu çıldırtıyordu ve bunun aklına neden Blake’den bile daha fazla takıldığını anlayamıyordu.
Çok kafası karışmıştı. Blake söz konusu olduğunda onu bilinçli olarak düşünüyor gibiydi; Sage söz konusu olduğundaysa buna engel olamıyordu – istese de istemese de onu düşünüyordu ve ona karşı duyduğu bu güçlü hisleri bir türlü anlayamıyordu. İşin daha da garip tarafı, Blake’i yıllardır tanıyor olmasına rağmen, kendisini Sage’e çok daha yakın hissediyordu. Onu daha da rahatsız eden şey ise bunun ona hiç mantıklı gelmemesiydi. Bunu anlamamaktan nefret ediyordu – özellikle de söz konusu aşk olduğunda.
Bir sesin “Aman tanrım, Scarlet?” dediğini duydu.
Dolabını kapattığında Maria’nın orada durmuş, çok tanınmış bir ünlüyü görmüş gibi ona baktığını gördü.
“Sen okula hiç erken gelmezsin ki! Geçen gece sana milyon kere mesaj gönderdim! Neler oldu? Nerelerdeydin? İyi misin?”
Scarlet bir anlık bir pişmanlık hissetti; tüm mesajlara yanıt veremeyecek kadar kaygılıydı. Ayrıca Sage hakkındaki duygularından dolayı Maria’nın yanındayken kendisini gergin hissediyordu. Sonuçta Maria açık bir şekilde Sage’den hoşlandığını belirtmişti. Scarlet bir gece önce onunla konuştuğunu – özellikle de