Хеннинг Манкелль

Karanlık Yüz


Скачать книгу

bölündü çünkü feribottaki yolcular pasaport kontrolüne yaklaşıyorlardı. Yolcuların büyük bölümü tatil günlerini Berlin’de geçirip evlerine dönen İsveçlilerdi. Ama aralarında Doğu Almanlar da vardı, yeni kazandıkları özgürlüklerini İsveç’e yolculuk yaparak değerlendiriyorlardı. Yaklaşık yirmi dakika sonra geriye sadece dokuz yolcu kalmıştı. Hepsi de farklı şekillerde İsveç’e siyasi iltica isteklerini açıklamaya çalışıyorlardı.

      “Bu akşam sakin,” dedi iki sınır memurundan genç olanı. “Bazen yüz kadar mülteci aynı anda aynı feribotla gelir. O zaman burada neler olup bittiğini bir düşünün.”

      İltica başvurusu yapanlardan beşi Etiyopyalı aynı aileye mensuptu. İçlerinden sadece birinin pasaportu vardı. Kurt Wallander onların sadece tek pasaportla böylesi uzun bir yolculuğu yapabilmelerine, bir dizi sınırı geçebilmiş olmalarına şaştı. Etiyopyalı aileden başka iki Libyalı ve iki İranlı da pasaport kontrolünde bekliyordu. Kurt Wallander bu dokuz mültecinin umutlu mu yoksa korku içinde mi olduklarını tam kestirememişti.

      “Şimdi ne olacak?” diye sordu.

      “Malmö’den meslektaşlarımız gelip onları götürecekler,” diye yanıtladı yaşlı olan sınır memuru. “Onlar bu akşam hazırlıklı. Feribotlarda evraksız çok insan olup olmadığını telsizle önceden öğreniyoruz. Bazen de desteğe ihtiyacımız olabiliyor.”

      Wallander, “Peki sonra, Malmö’de neler yapılıyor?” diye sordu.

      “Aşağıdaki petrol limanında duran teknelerden birine alınıyorlar. Başka yerlere gönderilene kadar orada kalmalarına izin veriliyor. Tabii ülkede kalmalarına izin çıkarsa.”

      “Buradakilere ne olacak sence?”

      Sınır memuru omuz silkti.

      “Sanırım bunların kalmalarına izin verilir,” diye yanıtladı. “Bir kahve daha ister misin? Bir sonraki feribotun gelmesi biraz zaman alır.”

      Kurt Wallander başıyla reddetti.

      “Bir dahaki sefere. Şimdi gitmem gerek.”

      “Umarım, onları enselersiniz.”

      “Evet,” dedi Kurt Wallander. “Bunu ben de umuyorum.” Ystad’a dönüş yolunda bir tavşanı ezdi. Hayvanı far ışığında gördüğünde frene basmıştı ama tavşan tok bir sesle sol ön tekerleğe çarptı. Tavşanın ölüp ölmediğini görmek için durmadı bile.

      Bana neler oluyor böyle, diye düşündü.

      O gece huzursuz uyudu. Saat beşi az geçe birden yatağından fırladı. Ağzı kurumuştu ve rüyasında biri onu boğmaya çalışmıştı. Bir daha uyuyamayacağını anlayınca kalktı, kendine bir kahve yaptı.

      Mutfak penceresinin dışındaki termometre sıfırın altında altı dereceyi gösteriyordu. Sokak lambaları rüzgârda şiddetle sallanıyordu. Mutfak masasına oturdu, geçen akşam Rydberg’le yaptığı konuşmayı düşündü. Korktuğu şey olmuştu. Ölen kadın onlara yardımcı olabilecek hiçbir şey söyleyememişti. Ağzından çıkan “yabancı” kelimesiyse fazlasıyla belirsizdi. Ellerinde peşinden gidebilecekleri herhangi bir ipucunun olmadığını biliyordu.

      Saat altı buçukta aradığı kalın kazağı bulup giyinene kadar ortalığı epey karıştırdı.

      Dışarı çıktığında kendisini soğuk, sert bir rüzgâr karşıladı. Arabasını doğu yönündeki çevre yoluna yöneltti, sonra Malmö yönündeki ana yola saptı. Saat sekizde Rydberg’le buluşmadan önce kurbanların komşularını bir kez daha görmek istiyordu. Ona göre ters bir şeyler vardı. Yalnız ve yaşlı insanlara düzenlenen saldırılar oldukça ender görülürdü. Bir şekilde saklı para söz konusu olurdu. Yapılan saldırılar ne kadar insafsız olursa olsunlar buradaki gibi canice olmazdı.

      Çiftliklerdeki insanlar sabahları erken uyanırlar, diye düşündü, Nyström’lerin evine giden yola saparken. Belki de olan biten hakkında bir kez daha düşünmüşlerdir?

      Arabayı durdurup kontağı kapattı. Aynı anda mutfaktaki ışık söndürüldü.

      Korkuyorlar, diye düşündü. Belki de katillerin geri döndüğünü sanıyorlar?

      Arabadan inerken farları açık bıraktı. Çakılların üzerinden girişteki basamaklara yürüdü.

      Evin yanındaki küçük koruluktan parlayan kıvılcımı gördüğünde bir silahın ateşlendiğini anlayıverdi. Kulakları sağır eden patlamayla birlikte kendini yere atmak zorunda kaldı. Bir taş yüzünü sıyırdığında bir an için yaralandığını düşündü.

      “Polis,” diye seslendi. “Ateş etmeyin. Kahretsin, ateş etmeyin.”

      Yüzüne el feneriyle ışık tutulmuştu. Feneri tutan el öyle titriyordu ki ışık oradan oraya gidip geliyordu. Bu Nyström’dü, eski bir av tüfeğiyle karşısında dikilmişti.

      Nyström, “Siz misiniz?” diye sordu.

      Wallander ayağa kalkıp üzerindeki çamurları silkeledi.

      “Nereye hedef almıştınız?”

      “Havaya ateş ettim,” diye yanıtladı Nyström.

      “Silah ruhsatınız var mı?” diye sormaya devam etti Wallander. “Eğer yoksa şu an başınız büyük belada.”

      “Bu gece nöbet tuttum,” dedi Nyström. Kurt Wallander adamın ne kadar şaşkın olduğunu anladı.

      “Önce şu farları kapatayım,” dedi Wallander. “Sonra konuşmamıza devam ederiz, siz ve ben.”

      Mutfakta, masasında iki kutu fişek duruyordu. Kanepenin üzerinde ayrıca bir levye ve balyoz vardı. İçeri girerken pencerenin yanında oturan siyah kedi tehdit dolu gözlerle Wallander’e bakıyordu. Nyström’ün karısı ocağın başında kahve yapıyordu.

      “Gelenin polis olduğunu anlayamadım,” dedi Nyström özür dilercesine. “Sabahın bu saatinde.”

      Kurt Wallander balyozu bir kenara itip oturdu.

      “Komşunuz dün öldü,” dedi. “Bunu size buraya gelip bizzat söylememin daha doğru olacağını düşündüm.” Kurt Wallander ölüm haberini vermek zorunda kaldığı zamanlar hep aynı duyguya kapılırdı: Tanımadığı insanlara bir çocuğun ya da bir aile ferdinin öldüğünü ağırbaşlılıkla söylemek mümkün olmuyordu bir türlü. İnsanların polis aracılığıyla haberdar oldukları ölümler hep beklemedikleri anlarda, çoğu kez şiddet dolu ve gaddarca olurdu. Biri sadece alışverişe gitmek için arabasına biner ve ölüverirdi. Bisikletli bir çocuğu, oyun alanından eve dönerken araba ezerdi. Birileri dövülür ya da soyulur, intihar eder ya da boğulurdu. Polis kapı eşiğinde göründüğünde, insanlar verilen habere inanmak istemezdi.

      Mutfaktaki iki yaşlı sessizdi. Kadın hâlâ kahve yapmakla meşguldü. Adam tüfeğini kurcalarken Wallander çaktırmadan ateş alanından kenara çekildi.

      “Yani Maria artık yok,” dedi adam yavaşça.

      “Doktorlar ellerinden geleni yaptılar.”

      “Belki de böylesi daha iyi,” dedi kadın ocağın başından, beklenmedik bir sertlikle. “Neden yaşasın ki, kocası zaten ölmüşken?”

      Nyström tüfeği mutfak masasına bırakıp ayağa kalktı. Wallander adamın dizlerinin yine ağrıdığını fark etti.

      “Ben gidip ata biraz ot vereyim,” dedi ve başına kenarlıklı eski bir şapka geçirdi.

      “Benim gelmemde bir sakınca var mı?” diye sordu Wallander.

      “Neden olsun ki?” diye karşılık verdi adam, çıkmaları için kapıyı açtı.

      Onlar